30 Haziran 2011 Perşembe

Flush

İngiliz şairleri Elizabeth Barrett ile Robert Browning'in mektuplaşmaları, aşkları ve kaçışlarını, köpekleri Flush'ı dilinden anlatan mini roman. Umduğun kadarını bulamadım ama kötü de diyemem. Flush'ı gerektirdiği kadar dillendiremedğini ve ifade edemediğini düşünüyorum. Bir köpeğin baş kahraman olduğu hissi her satırda kendini hissettirmiyordu bence. Öyle olsaydı, benim favori kitaplarımdan biri olabirdi.Flush'un çayır hayatından evde başlayan prensliği (tutsaklığı da diyebiliriz) , zamanla gösterdiği değişim, sonra kendinin üstün bir ırk olduğuna inanışı, kaçırılışı,tüylerini kaybedişi ile soyluluğunu kaybettiğine inanması, bebeği kıskanması.Aslında süregelen hikayesi ile yaklaşımı ile başarılı ama duygusal olarak okuduğumdan mıdır nedir bilemedim, bana duygularını geçirememiş bir kitap olarak raftaki sırasına geri döndü.

Dublörün Dİlamması

Son zamanlarda okuduğum en eğlenceli kitap Dublörün Dilamması. Albino olan Nuh Tufan ile arkadaşı İbrahim Kurban'ın cin fikirleri ile içine girdikleri Ferruh Ferman'ın hayatı..İsimler bile şahane değil mi?

Murat Menteş'i ilk kez okudum ve anlatımını bayıldım. Her cümlesi külçe altın . Ama insanı yoran bir ağırlıkla değil, çekici ve tatlı. Tekrar tekrar okutan, gülümseten. Hiç bir yerinde abartıya kaçılmamış, sıradışı, muzip hikayesine rağmen sürekliliği hiç kopmuyor,, karakterleri ile ün salabilecek  ve filmi çekilse kült olabilecek  orjinallikte. Bir solukta okuyup bitirince üzülüyor insan, hemencecik bitti diye.

Canınız kitap okumak istemiyor ama illa da müptalalıktan bir kitaba uzanıyorsanız, Dublöürn Dilemamması'nı seçin, iştahınız açılacak, söz veriyorum.

“Demem o ki, insan sevgisiyle dolu değilim, [d]olmam da gerekmez. Yine de centilmenliği dürüstlüğe tercih ederim. Dürüstlük çoğunlukla kibre varır. Centilmenler; kindarlığın ve fevriliğin intikamla bağdaşmadığını bilirler.”

           “Yalpalayarak yol alan felçli garson, önümüzden geçerken tepsideki bardakları şangırdatıyordu. Arkasından bakınca, limonata dolu bardakların birinden diğerine atlayıp duran Japon balıklarını gördüm! Döndüğünde, tepsi gibi düz suratına buzlu bir tebessümü yayıp boş gözleriyle bize baktı. Bir sade bir sütlü kahve istedik. Bu arada pastanenin duvar kağıtlarında mor kertenkeleler geziyordu..”

17 Haziran 2011 Cuma

BUDALA


Romanın kahramanı, Prens Mışkın, saflık derecesinde iyi niyetli ve dürüst bulunduğundan, çevresindekiler tarafından "budala" olarak görülür. Romani Prens'in Rusya'da birden genişlyen çevresi içinde geçer.Prens , sara hastasıdır (tıpkı Dostoyevski gibi), ve kimsesi yoktur. Ancak çok kısa sürede çevresindeki insanlar tarafından çok sevilir ve kabul görür. Ancak buna karşın sürekli olarakta onlar tarafından yargılanır. Prens, her kötülüğe yine iyelikle karşılık vermeyi tercih eder. Aynı zamanda çokta zeki olan Prens, iyiliği yüzünden çoğu zaman saf bulunsa da, Dostoyevski'nin yazarken hedeflediği "güzel insan" olmayı becerir. Ama güzel insanın hayatı kendisi gibi güzel olmayacak, başka insanların hırsları ve yanlışları Prens'in de sonunu getirecektir.
Tüm kalabalığına rağmen, Budala bir aşk romanıdır. Ancak, aşk bildiğimiz kalıbında  değil, Prens'in kalıbına göre yaşanır. .Yazık ki Prens asıl lakabını, aşkına gösterdiği budalalıkla hakeder.

ZİYAN

Aslında kitabı daha evvel ,okuyanlar için, kapağının yeterli geleceğini tahmin ediyorum. Ziyan, bir askerlik kitabı. Askere gitmeyenlerin gitmeden evvel okumalarını tavsiye etmeyeceğim, hiç gitmeyecek olanların  mutluka okumalarını isteyeceğim  ve askerden dönenlerin "alın askerlik" diye yakınlarına verebileceği bir kitap.
Eksi 16-17 derecelerde nöbet tutan, soğuktan yaşadığı an dışında tüm hayatını boşluğa bırakmış bir askerin, umutsuzlukla ve acıyla ölüme yakınlaşan bedeni, geçmişin kötü karakterlerinden Ziya Hurşid ile ayakta drumaya  çalışan zihni..Kıyıda köşede farkedilmeden kalan zamanını tamamlamak isterken, göze batışları. İntihar etme isteği, yok olma, kurtulma isteği. Zorunlu askerliğe karşı cesurca dile getirdiği tepkisi.
Müthiş bir şekilde başlıyor kitap, üzerine düşünmeden geçmeye  izin vermiyor cümleleri.

                        “Gazi, Dikmen sırtlarında dinleniyor. 12 Şubat 1921.”
 "Gözlerimin hizasına asılmış fotoğrafın altında böyle yazıyordu: Gazi dinleniyor… Ama dinlenmiyordu. Atatürk’ün yüzlerce fotoğrafını görmüştüm. Bu fotoğrafta, dinlenen bir adam yoktu. Böyle bir adam görmüyordum. Ben bu fotoğrafta, bizden bıktığı için gözlerini kapatan birini görüyordum. Hepimizden, her şeyden bıktığı için bize bakmaktan vazgeçmiş birini görüyordum. Kurtarmak istediği insanların gerçekte bir sahtekarlar sürüsü olduğunu, onca çabasının hiçbir şeye değmeyeceğini düşünen bir adam görüyordum. Her şeyi bırakmak, her şeyden vazgeçmek, her şeyi siktir etmek isteyen bir adam. Hatta belki de hayatında ilk kez ölmeyi düşünen bir adam. Ölüp yok olmayı, kara karışmayı. Ölerek donmayı ya da donarak ölmeyi bekleyen bir adam görüyordum. Fark etmez, diye düşünen bir adam. Hiç fark etmez. Tek bir insan sesi daha duymak istemeyen, tek bir insan yüzüne daha katlanacak gücü olmayan bir adam. Bu yüzden kapalıydı gözleri. Üşüdüğünden değil, duymamak için örtmüştü kulaklarını. Evet, kesinlikle böyle olmalıydı. Gözlerimi ve kulaklarımı kapadım, diyordu. Artık istediğiniz kadar ihanet edebilirsiniz…"

Dayanamadım, yazdım, böyle başlıyor işte.Devamını da siz okuyun.

yazdan merhaba

Uzun zamandır blouguma uğramayadım, oysa yazacaklarım oldu, kitaplar okundu, filmler seyredildi, şehirler görüldü ama kısmeti buraya damlamadı. Cuma gününün erken gelen haftasonu havası içinde bir kaçından bahsedeyim.

Ama önce  herkese iyi yazlar !

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails