30 Nisan 2010 Cuma

Masumiyet Müzesi


İçinde aşk var.
İstanbul var.
Tutku var.
Uzun uzun cümleler var.
Anlaşılması zor bir bağımlılık var.
Bir erkeğin bir kadına olağanüstü sevgisi var.
Saplantı var.
Okumaya düşkün insanların hevesle okuyacağı, ama bazılarının sabırsızlıkla okuyacağı bir hikaye var.
Bazen "yok artık" dedirtecek durumlar,
Bazen de gıpta edilecek haller var.
Orhan Pamuk var. Orhan Pamuk'ta aşkı ancak böyle anlatırdı durumu var.

23 Nisan 2010 Cuma

Küçük Arı



"Barış, insanların birbirlerine gerçek adlarını söyleyebildikleri bir zamandır."

İngiliz Sarah ile Nijeryalı Küçük Arı, birinin tatilde, diğerinin hayatın en acı sahnesinin yaşanacağı bir sahilde karşılaşır. Sarah , Küçük Arı için ödünler vermeye hazırdır. Ama ne kadarı yeterlidir ve ne kadarına razı gelebilir? İyilik yaparken niyet, başkasına iyilik etmek midir gerçekten?

jjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjj

Kitap kapağında "Bir sonraki Uçurtma Avcısı" diyor. Uçurtma Avcısı'na asla yaklaşamamış, ya yazarın kendi kaleminden yada çevirmenin yetersizliğinden, bilemiyorum ama acıklı hikayesine karşı kitapta duygu eksikliği var. Hikayesine rağmen hüzünle değil, acaba ne olacak duygusuyla okunuyor kitap. Khaled Hosseini'nin kalemi ile kıyaslanamaz. Sürükleyici, hızlı ilerleyen ama etkilemeyen bir kitap.. Okunabilir ama tavsiyeye açık değil.

Not: Khaled Hosseini'nin "Bin Muhteşem Güneş"ini okumadıysanız, mutlaka okuyun!

cumartesi


kafamda biriktirdiğim o kadar çok şey var ki..etrafımdaki insanlar görseler raflara dizilen ve sırasını bekleyecek olan yargılarımı..korkarlardı. valla ne yalan söyleyeyim ben bile korkuyorum. dağılsınlar istyorum ama dağılmazlar, onlar sırasını beklerler, kafamdan bir çatlak bulup dışa kusacakları günü kollarlar. bu işler böyle bende. bu yüzden bıraktım peşini bugünün, alınan varılan kararların, tepkilerin ve sairelerin ..

cumartesi günü tüm güzelliği ile başladı. gelin cumartesi güzeli olalım yine!
köpeğimizle yürümeyelim coşalım, top peşinde koşturalım!
müziğin sesi açılsın, kahvaltı sofrası donansın!
mutsuzluk namına ne varsa hayatımızda, bakmayalım o yöne, o kimselere!
kendimize dönelim, bizi hiç bırakmayan gözlerimize.
hadi kendimizi sevelim, şımartalım!
hadi bugün başrolde biz olalım,
kahraman kostümlerimizi giyelim!

20 Nisan 2010 Salı

uçurtma

yürüdüm yürüdüm varamadım
sonuna karanın
aradım aradım bulamadım
kapısını beyazın
ağladım ağladım
yakamadım ucunu kırmızının
öldüm öldüm
bıraktım yakasını uçartmanın..

k.k

hey hayat, niye bu kadar zorluyorsun?derdin ne? çabalıyorum ama burada değil mi?
iyi bir insan olmaya, her şeye rağmen iyi kalmaya,
mutlu olmaya, yine de gülümsemeye, sıkıntın ne?

Baş Ağrısı

Yollar ne kadar güzel olsa,
Gece ne kadar serin olsa,
Beden yorulur,
Baş ağrısı yorulmaz.


Şimdi evime girsem bile
Biraz sonra çıkabilirim
Mademki bu esvaplarla ayakkaplar benim
Ve madem ki sokaklar kimsenin değil.

Orhan Veli Kanık

erken kaybedenler

http://amonka.blogspot.com/2009_08_01_archive.html tavsiyesi ile okundu, amonka'ya hak verildi. siz de okuyun, siz de tavsiye edin.
 atıştırmalık ama doyurucu!

haftasonu kaçamağı

Uzun zamandan sonra ilk kez, geçtiğimiz haftasonu, ben, sevgilim ve çiko sırtlandık çantalarımızı, sevgili dost'umun evine yatıya gittik. Kapıdan içeri girdiğimiz an bizi karşılayan huzur, pazar akşamüstü eve dönene kadar, bize eşlik etti. Avrupa'nın gürültüsüne, kalabalığına, her türlü kirliliğine karşı, Asya'nın sahil kıyısı insanı nasıl da içine alıyor, nasıl da aklını çelmeyi başarıyor.. Sabahları sevgilim uyurken yaptığımız havhavlı uzun çayır çimen yürüyüşleri, deniz kokusu, balkonda yapılan kahvaltılar, içilen biralar, fonda SD'nin seçtiği müzikler..

Birileri yada bazı durumlar bizi çok mutsuz edebiliyor. Bugün huzur bulduğumuz, tuttuğumuz eller yarın kaçtığımız yüzlere dönüşebiliyor. Benim gibi hayatının üçte ikisini başkalarına üzülerek, kırılarak ama her daim affederek ve sevmeyi hiç bırakmayarak geçiren bir "yaralı kuzu" için, hayat tuzaklar, hançerler, hayalkırıkları ile her defasında yüzüne bir tokat indirebiliyor. Ama artık yorulmuşum. Sıkılmışım. Başkalarından bıkmışım. Ben bu haftasonu bunu anladım. Artık umrumda değil.Bu yazdığım aslında belki de hayatımın devrimi. Ama öyle. Geçici bir durum olmadığını umut ediyorum.

Siz de kendinizi üzmeyi bırakın. Sizi üzen insanlar için üzülmeyin. Hakedip haketmediğinin, kimin haklı kimin haksız olduğunun, olayların, olanların vs. hiçbir şeyin önemi yok. Boşverin. Umursamayın. Umrunuzda olmasın. Ben yıllarca hep umursadım ama hiçbir faydasını görmedim. Sadece kendinizi umursayın. Sizi mutsuz eden şeylerle mücadele edin derler ya, yada sorunlarınızla yüzleşin falan. Siz öyle yapmayın, kaçın, onları yok sayın. Ciddiye bile almayın. Sadece kendinizi ciddiye alın.

Kendinizi doğaya, hayvanlara, sevdiğiniz dostlarınıza, güzel müziklere, güzel masa sohbetlerine verin. "Oh ne güzel" deyin.. Güzel olsun..

12 Nisan 2010 Pazartesi

zip

Fimin  sonuna kadar kimin kazanıp kimin kaybettiği belli olmaz. Ama asıl filmin devamını görmeden galip geleni bilemezsin.

9 Nisan 2010 Cuma

yine k.h.

Kahve fincanımı suyla doldururken, yine dalıp, taşırdım suyunu kahvenin. Bahar geleli çok olmasına rağmen, hala havalar serindi, fincanı, masaya bırakıp, yıllardır üzerimden çıkarmadığım, düğmelerinden biri kayıp, bordo renki uzun hırkamı almaya gittim. Odaya giderken, aklıma evin faturaları geldi. Önce kitaplıktan onları alıp, çantama attım, bu arada tel tokalarının  yine üçümüzden biri tarafından kitaplığa bırakıldığını gördüm, aldım banyodaki tel toka kutusuna bıraktım. Sonra odama geçtim. Tabi benimki durur mu, hemen ayaklarımın arkasında adım takibi yapıyor. Şımardı yine bir kaç bisküvi için, ben de verdim. Baktım suyu da bitmiş, suyunu doldurup yerine bıraktım. O sırada kuzen kalktı. Siyah kısa ceketimi sordu, onu alıp odasına bıraktım, bugün beyaz gömleğinin üzerine onu giyecekmiş. Güzel de oluyor, yakışıyor ona. Bana biraz küçük geliyor çünkü, o giydiği zaman beğeniyorum. Mutfağa geri döndüm, kahvemi yudumlamaya başladım, biraz ılımıştı ama seviyorum ben. Sabahları beynimin günün geri kalanından çok daha fazla çalıştığına inanıyorum. İlk uyandığım saatten başlayarak azalıyor sanki beyin gücüm. Bir de, sabah saatlerinde daha iyi bir insan olduğuma inanıyorum. Komik ama öyle işte. Sabah uyandığımda içimde sevgi oluyor ama akşam eve dönerken hiçte sevgiyle bakmıyorum insanlığa. Gün içindeki işlerimi düşünürken, bir ajanda gibi kullandığım hafızama bir kaç not daha ekledim. Haftasonu arkadaşıma gidecektim, uzun zamandan sonra çayır çimen planı yapmıştık. Çiko'ma da iyi gelecekti. Bu yüzden haftasonunda evde ve ofiste vakit geçirmeyeceğimden, önümdeki 2 günü verimli geçirmem gerekiyordu.bazıları küçük, önemsiz, bazıları da gerekli olmakla beraber, kahveminde sonuyla birlikte yapılacaklar listemi ve zamanlarını kafamda ayarlamayı bitirdim. Kalktım. Fincanımı sudan geçirip, makinaya koydum. Çiko'ma bisküvi verip odasına bıraktım, hırkamı çıkardım, mantomu giydim, atkımı aldım ama sonra baktım o kadar da soğuk değil, geri koydum. O sırada telefon çaldı. Hafasonu planımın ortağı. "Plan yattı" dedi, "ben ilk uçakla eve gidiyorum." Anladım. "Peki" dedim. Telefonu kapattım, mantomu çıkardım, hırkamı giyip üzerine tekrar mantomu giydim. Atkımı doladım boynuma. Çantamı alıp, çıktım. Hava daha da soğumuştu. Üşüdüm ofise yürürken, yol boyu..

7 Nisan 2010 Çarşamba

hişt..

hişt beni bekle, geleceğim.
hani bizim evini yokuşunu geçtikten sonra beni beklediğin topraklı yol vardı ya,
orada bekle. en sevdiğin montunu vermiştin ya hani bana, ona sığınıp geleceğim.
artık termosum da var, istersen sana sıcak çikolata da getiririm, sen de beni "benim çikolata sevgilim" diye
seversin olmaz mı?

6 Nisan 2010 Salı

sevgilim

sen sarhoş ol sevgilim. ben seni şımartmaya hazırım. oradan buradan anlamsız cümlelerin, kulağımda çalınan hoş bir müzik, ben saatlerce dinlerim seni. yasla başını omzuma, saçların kaplasın yüzümü, ağla istersen nedensiz, yada bir deli gibi gül durmaksızın. susmak istersen ben anlatırım, dinlemek istersen sana küçükken evimizin arka bahçesindeki o koca dev ağacın gölgesinde kurduğum hayellerden bahsedebilirim. söyle bana sevgilim, neyin mutlu edeceğini seni. hatta söyleme bebeğim, bak gözlerime, ben gözlerinden anlarım.

1 Nisan 2010 Perşembe

"suya sabuna dokunmayan" İstanbul halkı

İstanbul'da bahar denince özellikle ardından yaz gelecek olunca, insanın keyfini kaçıran başka bir konuyu ele almak istiyorum. Türk insanın ne kadar temizlikten uzak olduğuna. Etrafta yine harika kokular yükselmeye başladı, çünkü bizim insanımız "suya sabuna dokunmadan" yaşıyor. Mecazi anlamda zaten cuk diye oturan bu deyiş, ne yazık ki gerçek anlamda da kendini güzelleşen havayla hissettirmeye başladı. Her gün duş almayı geçtim, haftada bir bile duş almayan, ellerini yıkamayı günde bir kez hatırlayan yada hiç hatırlamayan, ağız temizliğine dikkat etmeyen, temiz kıyafetlerini hafta başı giyip, hafta sonuna kadar tekrar tekrar giyen insanların şehri İstanbul. Benim gibi temizlik takıntısı olan insanlar için bahar ve yaz bu sebeple çekilmez bir hal alıyor. İnsan içine çıkmaktan korkuyorum, yolda, toplu taşıma araçlarında, adliyelerde zorla nefes alıyorum, sinir krizleri geçirmemek için kendimi zor tutuyorum. İnsanlar etrafa yaydıkları kokuların farkında değil mi? Ya da farkında ama bu kadar mı saygı duyuyurlar kendilerine? Anlam veremiyorum.

Kütüphane Haftası


29. Mart- 4. Nisan Kütüphane Haftası olarak kabul edilmiş.Bu yıl zannediyorum 46.sı kutlanıyor. Amaç, kütüphaneleri insanlara hatırlatmak, sorunlarını dile getirmek, insanları kitap okuma alışkanlığına yöneltmek. Gerçekten 3 gün oldu, Nil'li bir kaç afiş dışında İstanbul'da bu haftaya ilişkin olarak ne gibi etkinlikler düzenlendi bilmiyorum, düzenlenmemiştir demiyorum, muhtemelen okullarda, öğrencilerinin bile dinlemediği şiirler okunmuştur, okul müdürü, sonu öğrencilerin haylazlığı ile biten uzun ve sıkıcı bir konuşma yapmıştır, falan. Ama duyulan bilinen, insanların da ilgisini çeken bir etkinlik olmadı. Zira olamaz da zaten.Onun için içi kitaplarla dolu kütüphaneler lazım. Olmayan kütüphanelerin haftası mı olur? Üniversitelerin kendi bünyelerinde kütüphaneleri var elbette, ama onlar akademi, bilim alanında kitaplar barındırıyor.Çoğu da yetersiz zaten. Ama Amerika'daki gibi - Avrupa'yı bilmiyorum- her kesimden insanın okuması için oluşturulmuş, her çeşit kitapları bulunan, kitapları ister evinizde, ister kütüphanede okuyup teslim edeceğiniz, üstelik giriş çıkışların, kitap alışverişinin kolay bir usulle yapıldığı kütüphanelerimiz yok.Ne yazık ki.. Bizim insanlarımız da okumuyor bu yüzden. Oysa şehrin her yanında kütüphaneler olsaydı, aileler çocuklarını ellerinden tutup, "hadi okumaya" diye daha küçük yaşlardan itibaren kütüphanelere götürüyor olsalardı, resimli çizgi kitaplarla başlayan serüvenler ömür boyu, şekil değiştirerek devam ederdi ve Türkiye çok daha başka bir yer olurdu. Ama bu söylediğime inanacak kaç kişi tanıyorsunuz?

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails