28 Mart 2010 Pazar

hoşgeldin bahar

bahar geldi, bu kez gerçekten geldi galiba. insanın içi kıpır kıpır, hayatı elverse de elvermese de. aksama fener-gs maçı var, ev dolar, biralar, votkalar, çerezler hazırlanır. kimisi istanbulda otel arar, kimisi sevdiğinden ayrılır, kimisinin sevgilisi güzel günü uykuda geçirir, havhav sıcaktan koşmayı bırakır, kimisi sıkılır, kimisi coşar, kimisi aşık olur yeniden, kimisi okur, yazar, gürültüsüyle istanbul huzur vermez. ama nihayetinde bahar gelir, doğa güzelleşir, ömür renklenir.

iyi baharlar!

26 Mart 2010 Cuma

"hello stranger"

Hayatımızda bazı insanlar vardır.Çok fazla vakit geçirmemişizdir belki. Belki çok fazla bilmeyiz hayatlarını, onlar da bizimkini. En zor gününüzde veya en mutlu anınızda yanınızda değillerdir. Yanınızda olmayı tercih etmeyecekleri veya yanınızda olmalarını istemediğinizden değil, sadece olamadıkları, başka hayatların insanları oldukları için. Ama vardırlar.

Hayatınızdan geçip giden veya hala var olan kalabalığa rağmen, hepsinden daha çok anlam ifade ederler. Mutluluk değil, heyecan değil, dostluk değil, aşk değil, tarifini  başkalarına yapamayacağınız bir duygu. Anlamak için baştan sona hayatınızı bilmeleri de yetmez. Bilemezler çünkü, bir sandalye üzerinde küçük bir kızken sizi sorgulayan adamın gözlerindeki ifadeyi. Gözlerinde aksini gördüğüm o insanlardan birine dün sarıldım. Diğerine de 5 ay sonra sarılacağım. Hayat zor ve ben becerikli olanlardan değilim. Ama an gelir, tüm yüreğiniz  gülümser, gülümsediğiniz an ferahladığınız an..Unuttuğunuz an..Yaşadığınız an, yaşadığınız hayattan sıyrılıp başkası, ama aslında kendiniz olduğunuz an..Sarıldığınız an..

Teşekkürler..

to my TOM

i think it's very normal  that some things and people remind you of different things since there is lots of going on in your mind. you should do whatever u feel like to do. u dont need to turn your music up to escape from the situation u are in and if u want to live the moment , do not hesitate to do so. i believe time will show us our ways. i hope one day we will be smoking pots together in amsterdam until we will be lost in the loud. when our brains work to much, there is nothing concrete to be left, but i like it.it is like a movie that i write,act direct and watch all by myself..just like you..

23 Mart 2010 Salı

sana, sevdiğine..

ne yaz ne kış
ne ilk ne de sonbahar
dönüşünü bekler sevdiğin
adı konmamış mevsimin..

güneşi doğmamış yeni gün başlar
günü aydınlanır,
gül yüzü değil
bir mucize bekler sevdiğin..

dünü özler, bugünü uyutur
yarını düşünmez sevdiğin

yarım kalmış hazin aşkının
yükü omzuna ağır gelen acının
çaresiz,
yalnız,
bitkin
geçip gitmesini diler sevdiğin.

kapının açılmasını,
"ben geldim" demeni
sımsıkı sarılmanı bekler sevdiğin..

bu kabus bitsin diye
bir ömür bekler sevdiğin..

22 Mart 2010 Pazartesi

kaçış

"hadi gülelim " dedi. baktım, abartı bir neşe vardı gözlerinde. sinirlerim bozuldu. içimdeki içimde kalmıştı ya  patladım patlayacaktım. sanki bir bomba vardı kafamda, her an patlayabilirdi. hepimiz şiddete eğilimli miydik gerçekten? kan göremezdim ama kalkıp yumruklamaya can atmıyor değildim. yavaş yavaş birden o, sırayla başkaları oldu, yüzünün ortasına yumruk atmak istediğim herkes oldu, bir bir. kalktım. kendimden ve ondan kaçmam lazımdı. koştum. Kaçtım, kaçtım ama kime, nereye koşacağımı bilemedim.

Sunshine Cleaning




(bence 8/10)


Rose, 30 yaşlarında, 8 yaşında Oscar adında bir oğlu olan ama kocası olmayan, ev temizliği ile geçinen lise yıllarının popüler ama şimdilerin sefil kadınıdır. Oğlunu özel okula göndermek için daha çok paraya ihtiyacı olduğundan, kardeşi Norah ile ev temizliğinden suç mahali temizlik işine geçiş yapar.

Aslında belki de hepsi bu diyebilirim. Ama ben çok sevdim. Çok içten, çok samimi, karakterler özellikle Rose beni aldı götürdü.Amy Adams çok başarılı. Hayatımızın aslında hayal ettiği gibi yaşanmadığı, ama yine de denemeye devam etmek gerektiğini hatırlatıyor. Filmde hikayeden ziyade karakterler ön planda, tıpkı benim sevdiğim gibi.


Her ne kadar sefil bir aile gibi görünse de, her zaman kardeşinin arkasını kollayan bir abla, kızları için büyük fedakarlıklar yapmaya hazır bir baba, meraklı ve zeki bir çocuk ve başkasının derdini kendine dert edinmeyi bilen genç bir kız, bana göre hiçte sefil değil.

Amerikan Rapsodi


Filmi almış ama nedense sıkıcı göründüğü için seyretmemiştim, pazar sabahı erken kalkınca izleyeyim dedim. Macaristan'Dan kominist yönetim nedeniyle kaçan ancak arkalarında kızları Suzanne bırakan ailenin tekrar kızlarına kavuşma hikayesi başlangıçta konu oluyorsa da, asıl mesele aitlik duygusu ve genç kızın kendini bulma çabası diyebiliriz. Filmi benim için güzel yapan, gözlerimi yaşartan ise filmin küçük yıldızı. Umuyorum ki ismini yanlış yazmıyorum, Kelly Endresz-Banlaki. 6 yaşında Suzanne'yi o oyunuyor. Çok başarılı.Onun için izlenir.

19 Mart 2010 Cuma

Vasiyetname

Dün başıma pencereme düştü, şaka gibi, kendi evimde kaza kurbanı olacaktım neredeyse. Bütün gün akşama kadar çeşit çeşit senaryolarla günü geçirip eve geldiğimde, artık kurduğum senaryoların karamsarlığından olacak, enerjim tamamıyla tükenmiş, baş ağrım artmış ve sağ gözüm bulanıklaşmaya başlamıştı. Her zaman olduğu gibi doktora görünmek tekliflerini "acil" kapısından gece yarısı yapmaya meraklı olduğumdan gerekli süre öteledikten sonra, pijamalarımızla kalkıp sonunda o kırmızı yazılı, kalabalık, iniltili kapıdan giriverdik. Eski zamanların aksine, bir çırpıda rötgenimizi çekip, yeniyetme doktor Barış'la karşı karışıya geldik. Neyim olduğumu sorduğunda "başıma pencere düştü" demek, kulağa biraz komik geldiğinden gayri ciddi bir doktor-hasta dialoğu başlamış oldu ve sonunda Dr. Barış, hiçbir şeyim olmadığını ve gözümdeki ağrının da, başıma bir şey düşmüş olmasının yarattığı sıkıntı ve stresten kaynaklanmış olabileceğini, hastane koridorlarına aykırı bir neşe ve gülümse içinde dile getirdi. Ben Dr. Barış'a inat, beynimi kanatırım kanatmasına ama kaç aydır saçlarımı uzatıyorum,ameliyat falan icap eder, kıyarlar saçlarıma, güzelim gelinliğime ayıp olur kısa gelin saçı, lüzumu yok. Neyse lafı yine çok uzattım. Diyeceğim vasiyetnamemi yazmaya karar verdim. Üzerinde düşünmem lazım. Ama dün aklıma gelenleri hemen yazıya dökmem lazım.

Yazacaklarım olur da günün birinde çocuğum olana kadar geçerlidir.
-Beni seven herkesten en büyük isteğim, Çiko'yu çok sevmeleridir. Beni sevdikleri gibionu sevsinler. Sevgilim onu asla yalnız bırakmasın, sabahları benim kadar olmasa da, akşamları gezdirdiğinden daha çok gezdirsin, dşarıda çimenlerde koştursun mümkün oldukça ve top oynasın onunla. Arkadaşlarım, ailem benim için zaman zaman Çiko'ya bisküvi getirsin.
- Zıpır'ı kuzenim A.'ya bırakıyorum. O da günün birinde kızına bıraksın. Ayrıca gelinliğimi de ona bırakıyorum. Her ne kadar asla ihtiyacı olmadığına inansa da, bir gün benim yerime veya benden sonra güzel günleri olacağına inancını korusun diye.
-Kıyafetlerimi, eşyalarımı, bana ait hiçbir şeyi ne olur yabancılara dağıtmasınlar. Adettendir dense de, bana göre çok saçma bir adet ve benim gibi nesnelere bağlanan biri için çok acı. Aralarında paylaşsınlar, kullanabileceklerini de kullansınlar.

Şimidlik bu kadar yeter, aklıma geldikçe yazarım, içim acıdı. Siz siz olun karşıdan karşıya geçerken sağınıza solunuza iyi bakın, terli terli su içmeyin, sigarayı bırakın, bol bol yeşillik yiyin. !

Shutter İsland - Zindan Adası


Çarşamba günü Martin Scorsese imzalı SHutter Island'a gittik. Hatırlarsanız yönetmen Departed-Köstebek ile Oscar ödülünü almıştı ve bence Departed çokta güzel bir filmdi ve haketmişti. Shutter Island da onun kadar olmasa da başarılı bir film. Shutter İsland, suç şlemiş ve tehlikeli akıl hastalarının kapatıldığı, bir adada kurulmuş bir hastane. Hastalardan birinin kaçması ile adaya 2 polis soruşturma için gelir, biri Teddy, diğeri Chuck.Teddy karakterini Leonardo Dicaprio canlandırır ve son derece başarılıdır. Chuck'ı Mark Ruffola oynar ve bana göre rolüne hiç oturmamıştır. Film müzikleriyle de gerekli gerilim ve merak duygularını pekiştirmeyi becermiş. Tekrar tekrar izlenesi bir film değil benim için ama tavsiye edilebilir, uzun ama merakla izlenecek bir film.

16 Mart 2010 Salı

900 Katlı İnsan


Neredeyse 3 haftadır elimde kitap ama annemin de ziyaretine denk geldiği için yavaş yavaş ilerledim. Üstelik kitapta kafama takılan yada merak ettiğim bir şeye nette dalınca, saatler akıyor kitap kalıyor. Ama başlığını şimdiden açmak istedim. Alıntılar yapmak için. Bir seferde bitince yapmak istemedim bu kez.

Kitabın konusu özellikle günümüz insanının ruhsal skınıtısının nedenlerini ve -henüz o satırlarına ermemiş olmakla birlikte tahminen-  çarelerini konu ediniyor. Kitabı çok yakın bir dosttumun  tavsiye ile okumya başladığım için içeriğinden de habardarım ama şimdilik okuduklarımdan unutmak istemediklerimi, yada katıldıklarımı yazmak istiyorum.

Kitabın ilk giriş bölümleri muhtemelen  felsefeyle haşır neşir olmayan  okurları yorabilecek hatta hevesle başlamadılarsa bırakmalarına sebep olacak ağırlıkta diyebilirim. Ama ben merakla devam ediyorum ve kitabın sonunda da aynı şekilde size de devam etmenizi önererim diye düşünüyorum.

jjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjj
Kitabın penceresinden;

"Peki o halde Rabbimiz, göremediğimiz ve aklımızla kavrayamayacağımız bu asli yönüne neden ısrarlar işaret ediyor? İşte bu noktada, insanın mhteşem bir yeteneği ile karşı karşıya olduğumuz hatıra gelibilir. Acaba akl ve bildiğimiz beş duyu ötesi bir görme mümkünmüdür? İbn Arabi böyle bir görmenin kısmen mümkün olabileceğine dikkat çekiyor ve nefsin alt katlarının yok olduğu fena mertebesinde, gören ile görülen arasındaki farkın da azaldığına işaret ediyor. "

Mevlana; Sensin ama şu senin malik olduğun "sen" değilsin!Çünkü senlik, sonunda senden ayrılacak, çıkıp gidecektir. Sonraki senliğin seni uayndırıp, seni geldiğin yere kavuturmak,gerçek varlığına ulaştırmak için sana gelmiştir. Sende, senden başka bir "sen" gizli, ne olduğunu anlayan, gerçek varlığını görebilen kişiye kul olayım"





14 Mart 2010 Pazar

Eeee- hali

Üzerimde bir doymamaşlık hali var. Daha çok sanki susamışım, çok susamışım da, az gelmiş içtiğim su, şöyle kana kana içememişim.  Aslında derinlerimde acaip sıkıntılarım var. Okuduğum kitaplar sıradan, izlediğim filmler basit geliyor. Konuşulan konular lüzümsuz, paylaşılanlar tekrar gibi.

Adam için kadınlığın özel hallerinden bu ruh halleri de. Regli olmamız gibi. Öyle mi? Arkadaş için "yine gelmiş buna" durumları. Aile için "memnusuz damgası" Pazartesi pazertesi daha gün ağarmadan bu nağmeler iyiye işaret değil aslında, ben de biliyorum. Dokunulmazsa arıza çıkartmam ama , derman olamayacaksan kendi haline bırak insanı biraz.

Ya da bir bardak su ver!

13 Mart 2010 Cumartesi

neredesin?

Uyku tutmadı yine bu gece. Seni düşündüm. Biz sıcak yorganımızın altındayken, sen neredeydin? Yatamadım. Kalktım. Dolandım, oturamadım, ağlayamadım. Seni düşündüm. Kızgın mıydın bize giderken, kırgın mıydın? Korktun mu, ağladın mı, ne yaptın o andan önce. Nasıl eline aldın o silahı, nasıl kaldırdın. Son sigaranı nasıl içtin?Ne diledin son kez? Ne düşündün? Şimdi neredesin? Yaşlanıp zamanı gelince gittiğinde, sanki uykuda huzurla bekleniyor gibi geliyor insana ama senin gibi böyle erken gidince.. Neredesin bilemiyor insan. Gitmeseydin. Engelleyebilseydik seni. Ama önce farkına varabilseydik. Değiştirebilseydik her şeyi. Tutamadık ama biz elini.. Hiçbir şey yapamadık senin için.

Fadik'siz Kalan Bahtsız Oğluşum!


Oğluşumda son günlerde melankoli hali hüküm sürüyor. Başlıktan anlaşıldığı üzere o da bir çokları gibi yalnızlıktan bedbaht. Hallerini görmeniz lazım. Bir noktaya kilitlenmeler, acılı bakışlar, hareketsizlik.Neredeyse çıkarıp bir anti-depresan vereceğim. Eskiden gittiğimiz parkta Fadik adında bir sevgilisi vardı. Yalnız aralarındaki münasebet  sadece muayyen günlerde yakınlığa dönüşür, iş bitince sen yoluna, ben yoluna denilirdi. Fadik'ten kaynaklanırdı tabi, dominat bir dişi olduğu için de benim kuzu Çiko'm da , napsın rahatsızlık vermezdi başka zamanlarda. Şimdi Fadik'imiz de yok, yeni biri de. Çok dertli Çiko, çok. Allah kimseyi sevgisiz, yalnız bırakmasın, senin de bir an önce kısmetin çıkasın Çiko'cum!





12 Mart 2010 Cuma

özüme döndüm

Bir ara karanlıklardan sıyrılayım, çiçekler açayım diye hevese geldim ama.. Yine döndüm siyah pencereme.. :)

10 Mart 2010 Çarşamba

keşfetmek için merak etmeli!


ihmal edince keşfetmeyi yada keşfedecek hiç bir şey kalmadığını düşününce. ne anlamsız doğan güneş, ne anlamsız sohbet etmek, fotoğraf çekmek, yeni bir film izlemek, aşk, yatağın diğer yanı, açan çiçek, dilimizdeki tat, sırlar, seçimler, kararlar, sevişmeler, yarınlar, hayaller.. hatta mutluluğun bile anlamı yok belki merak gidince..heyecan bitince..

8 Mart 2010 Pazartesi

K.K

Bahar geldi ama kış gitmiyor
Tıpkı içimizdeki kuyu gibi
Kapkaranlık gündüz güneşi

invictus


İnvictus, Nelson Mandela'nın 28 yıl sonra hapisten çıktıktan sonra, başkan seçilmesi ile birlikte, beyaz ve siyah insanlar arasında köprü kurmak için ülkenin rugby takımına verdiği desteği konu alıyor. Matt Damon takımın kaptanı. He ne kadar filmde asıl niyet Nelson Mandela'nın ırkçılıkla olan mücadelesini ifade etmek olsa da, bu insanın gözünün içine sokulmadan, duygu sömürüsü yapılmadan anlatılmış. Filme sporun birleştiriciliği diye bile bakabilirsiniz. Clint Eastwood, filmi barışcıl şekilde çekmiş. Diğer ırkçı mücadeleler hakkında izlediğimiz filmler gibi, içimizde kimseye karşı öfke dalgalanmaları olmuyor. Filmin en çok bu kısmını sevdim. Bazı sahneler biraz uzatılmış veya bazıları hızlı geçilmiş ama genel olarak sıkılmadan , keyifle izlenesi bir film. Morgan Freeman gerçekten başarılı, Oscar'ı haketmişmiydi, bilemiyorum, lakin hala Crazy Heart'ı izleyemedim. Matt Damon'ı kaptanlığa oturtamadım, fazla ruhsuz geldi bana.

Adını William Ernst Henley'in şiirinden almış, şiir de gayet güzelmiş.

out of the night that covers me
black as the pit from pole to pole,
i thank whatever gods may be
for my unconquerable soul.

in the fell clutch of circumstance
i have not winced nor cried aloud,
under the bludgeonings of chance
my head is bloody, but unbowed.

beyond this place of wrath and tears
looms but the horror of the shade,
and yet the menace of the years
finds, and shall find me, unafraid.

it matters not how strait the gate,
how charged with punishments the scroll,
i am the master of my fate
i am the captain of my soul.

8.Mart

Dünya Kadınlar Günümüz Kutlu Olsun Madem Öyle...

7 Mart 2010 Pazar

Oscar Goes To...






En İyi Film :The Hurt Locker

En İyi Yönetmen: Kathryn Bigelow (The Hurt Locker)

En İyi Erkek Oyuncu :Jeff Bridges (Crazy Heart)

En İyi Kadın Oyuncu: Sandra Bullock (The Blind Side)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu:Christoph Waltz (Inglourious Basterds)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu:Mo'Nique (Precious)

En İyi Animasyon:Up (Pete Docter)

En İyi Orjinal Senaryo:The Hurt Locker

En İyi Uyarlama Senaryosu:Precious (Geoffrey Flechter )

En İyi Yabancı Film:El Secreto De Sus Ojos (Arjantin)

En İyi Görüntü Yönetmeni:Avatar

En İyi Kostüm:The Young Victoria

En İyi Belgesel -Uzun:The Cove

En İyi Belgesel- Kısa:Music By Prudence

En İyi Kurgu:The Hurt Locker

En İyi Makyaj:Star Trek

En İyi Müzik:Up

En İyi Şarkı:The weary Kind (Crazy Heart)

En İyi Ses:The Hurt Locker

En İyi Görsel Efekt:Avatar

En İyi Kısa Animasyon:Logorama (Nicolas Schmerkin)

En İyi Kısa Film:The New Tenant

The Hurt Locker'ın haksız yere ödülleri topladığı, hayalkırıklığı ile dolu bir geceydi. Sandra Bullock , bir yandan en kötü kadın oyuncu ödülünü almışken Oscar'ı da evine taşıdı. Meryl Streep daha çok hakediyordu bence ama yine de Sandra Bullock'a da yakıştı. Ödül alan diğer filmlerin peşine düşüp, diğer kanaatlerimi sonraya saklıyorum ama En İyi Film Ve En İyi Yönetmen'le The Hurt Locker gerçekten uykusuz saatlerime değmedi.Özellikle K. Bigelow'un teşekkür konuşmalarıyla da daha da bir sinirlerim bozuldu. Diğer yarışan filmlere gerçekten yazık oldu.

1 Mart 2010 Pazartesi

82. Oscar Ödülleri - Adaylar

7. Mart günü Oscar Ödülleri sahiplerini buluyor. Henüz filmleri izlemedim ama pazar gününe kadar bir kaçını izleme şansı bulmaya çalışacağım. İşte Adaylar:

En İyi film

The Hurt Locker/Ölümcül Tuzak
Avatar
An Education
District 9/ Yasak Bölge 9
The Blind Side
Inglourious Basterds/ Soysuzlar Çetesi
A Serious Man
Up/ Yukarı Bak
Up in the Air/ Aklı Havada
Precious: Based on the Novel Push by Sapphire



Avatar çok çeşitli tartışmalara neden oldu..Anti-empryalistliğinden, solculuğuna, günah çıkartmadan, depresyona soktuğuna hatta çalıntı olduğu iddialarına kadar çok şey söylendi. Teknolojisiyle bilim kurgu alanında başarılı bir filmdi. Ama hikayesi zayıftı. 10 yılı aşkın süre yeterli teknolojiyi beklerken keşke hikayeyi de kuvvetlendirselermiş. Diğer filmleri izlemedim, Oscar'ım şimdilik Avatara değil. Bakalım.. 


An Education: Filmi, kötü ve sıkıcı olduğu önyargısıyla seyretmeye başladım. Ne sıkıcı ne de kötüydü. Ama tam yerli yerine oturmamış bir filmdi bence. Film lise eğitimi alan Jenny'nin gelecek hayallerinin bir anda değişmesini konu alıyor. Jenny (Carey Mulligan ) rolüne fazlasıyla yakışmış ve hakkını vermiş ama  Oscar'ı almasını tercih emem, lakin hala Meryl Streep hakediyor bana göre. Ancak David (Peter Saarsgaard) felaket kötüydü bence. Filme hiç yakışmamış. Hiç haz almadım kendisinden. Geçenlerde Orphan'da seyretmiş ve orada da beğenmemiştim. Tepkiler, ifadeler çok başarısız. Hani bu filmde öyle oynadı desen diğer filmlerinden de biliyoruz. Neyse kısacası olmamış. Jenny gibi akıllı bir kız , her ne kadar kendisinden beklenmeyecek aptal bir karar vermeye kalkıyorsa da, bu anlaşılabilir. Kafasının karışık olması, bir anda hayallerindeki gibi istediği filmi izleyebilen, istediği kitabı okuyabilcek bir kıza dönüşmesinin kısa yoluna kendine kaptırmış olması anaşışabilir. Ama lütfen Jenny gibi akıllı, şeker bir kızın, David gibi donuk, yaşlı, sevimsiz ve düzenbaz bir adama aşık olması, aşık olduğunu zannetmesi ve onun için planlarından vazgeçmesi. Nope, gitmemiş. Filmin inandırıcılığına gölge düşürmüş derim ben. Oscar'a gitmez.



The Hurt Locker : Uzun cümleler kurmaya gerek duymuyorum. Çok kötü bir film. Oscar almamasını diliyorum ama favori gösteriliyor. Bu akşam bence Oscar anlamı olan bir ödül mü yoksa sadece Amerikalıların siyasi duruşlarına mı hizmet ediyor onu göreceğiz. Filmde insanı etkileyen tek bir sahne yok. Bir savaş filmi çekiyorsun ve içinde hiç duygu yok. Teknik olarak savaş ortamı, patlamalar vs başarılı ama. Ama buram buram Amerika kokuyor. Madem Irak savaşından yola çıkıp film çekeceklerdi, o zaman önce neden Irak'ta olduklarını anlatmayı deneselerdi. Sanki oraya insanları kurtarmaya gitmişler, kendi canlarını tehlikeye atıyorlarmış hissi vermek için kasmışlarda kasmışlar. İnsan neredeyse milli savunma içinde olduklarına inanacak. Iraklı küçük çocuk için Amerikalı asker canını tehliye atıp, çocuğun ölümünde sorumlu olanların peşine düşüyor, üzerinde bomba olan adama, kendi hayatını tehlikeye atarak yardım etmeye çalışıyor falan. Zaten nüfusunun büyük çoğunluğunun dünyadan bir haber olduğu Amerika'da böyle sözde kahramanlık filmlerini halka yutturabilirler. Biz almayalım..


En İyi Yönetmen


James Cameron (Avatar)
Kathryn Bigelow (The Hurt Locker)
Quentin Tarantino (Inglourious Basterds)
Lee Daniels (Preciosus)
Jason Bateman (Up in the Air)



En İyi Erkek Oyuncu

Jeff Bridges (Crazy Heart)
George Clooney (Up in the Air)
Colin Firth (A Single Man)
Morgan Freeman (Invictus)
Jeremy Renner (The Hurt Locker)

En İyi Kadın Oyuncu


Sandra Bullock (The Blind Side)
Helen Mirren (The Last Station)
Carey Mulligan (An Education)
Gabourey Sidibe (Precious)
Meryl Streep (Julia & Julia)


Sandra Bullock "The Blind Side" ile En İyi Kadın'a adayken, "All About Steve" ile Altın Ahududu (Razzie) Ödülleri il En Kötü Kadın Oyuncuya aday. Her ikisini de izlemedim. Sandra Bullock'ı severim. Onun o sade, bizden biri hallerini seviyorum. Filmleri izledikten sonra yorumda bulanacağım. Ama yine de ""en kötü"yü ona yakıştıramıyorum:)

The Blind Side : Film, Michael Oher'in başarı öyküsü. Ama asıl olan Leigh Anne Tuohy'nin insanlık dersi. Konusunu bile okumadan seyretmeye başladım. Siz de öyle yapın. Gözlerim de doldu kahkahalar da attım. Sandra Bullock, Oscar alır mı? Başarılıydı ama bence almasın. Ama Quinton Aoron, En İyi Erkek Oyuncuya aday olabilirdi. Hatta alabilirdi bile. Yazık olmuş. Muhtemelen biraz daha üne kavuşması lazım adaylık için:(





Merly Streep filmde çok başarılı ve film de çok şekerdi bence. Aday olmasına sevindim.



En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu

Matt Damon (Invitus)
Woody Harrelson (The Messenger)
Christopher Plummer (The Last Station)
Stanley Tucci (The Lovely Bones)
Christoph Waltz (Inglourious Basterds)


En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu


Penelope Cruz (Nine)
Vera Farmiga (Up in the Air)
Maggie Gyllenhaal (Crazy Heart)
Anna Kendrick (Up in the Air)
Mo'Nique (Precious)

En İyi Orijinal Senaryo


The Hurt Locker (Mark Boal)
Inglourious Basterds (Quentin Tarantino)
The Messenger (Alessandro Camon ve Oren Moverman)
A Serious Man (Joel Coen ve Ethan Coen)
Up (Bob Petersan, Pete Docter

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails