28 Kasım 2011 Pazartesi

Mother and Child

İlla ki her eserin bir mesajı var diye düşünecek olursak, bu filmdeki mesaj muhteşem. Çok zor ama muhteşem..

Please Give

Bu tarz filmleri seviyorum ben. Baızları hiç sevmez. "Ee ne oldu şimdi" derler. Pekte bir şey olmaz doğrudur. Sadece bir kaç kişinin hayatının bir kesitini görürüz. Mutlaka yönetmenin anlatmak istediği belli bir şey vardır ama bana göre herkesin anladığı başka olabilir. Çarseizliği de umudu da gösterir böyle filmler. Filmdeki karakterlerden birini kendinize çok yakın bulursunuz, konuşmak isterseniz onunla yada elinizi uzatmak ve yardım etmek.


Birbirinden farklı karakterleri izlerken belki kendi kusurlarınızı da görebilir ya da neden hoşlanmadığınızı karar verebilirsiniz. Dürüstlük, umarsızlık, suçluluk duygusu, vefa, nankörlük  ve daha fazlası..

Sunset Bulvarı

Özellikle 1950'lerin Hollywood'u olmak üzere muhtemelen tüm zamanların film endüstrisine ayna tutan, bir yıldızın içler acısı halini sevimli ve aynı zamanda ürkütücü  ama alaycı bir dille gösteren harika bir klasik. Oyunculuklar, detaylar, diyolaglar muhteşem. Asla zamanı geçmeyecek bir film. Cesur ve keskin.

Şans eseri ellili yaşlarında eski bir Hollywood yıldızı Norma Desmond (Gloria Swanson) ile tanışan senaryo yazarı Joe Gillis (William Holden), onun  cömert teklifini kabul edip, yazmış olduğu senaryoyu düzeltmek için, Norma'nın evinde kalmaya başlar. Meteliksiz olan Joe, birden içine düştüğü lüksün içinde Norma'nın acınası haline ve isteklerine boyun eğer. Çıkarları kişiliğinin önünden gitmektedir. Norma, ününün ve popülerliğinin geçmişte kaldığını kabul edemez. Uşağı Max (Erich Von Stroheim) sayesinde yaşadığı hayal dünyasının sahteliğini anlayamayan Norma sonunda öyle bir son yaşatır ki, ağlayan ağlar, gülen gülebilir.

Sinema dünyasının en iyi film listelerinde ilk 100 içinde sayılan ve bir çok sinema otoritesine göre kara film tarzının en başarılı örneklerinden biri olarak sayılan Sunset Bulvarı psikolojik dram diyebileceğimiz bir hikayeye sahip olmasına rağmen,- üstelik dramı oldukça derin - kara komediye de uzak değil. Karası epey kara ama.


Yönetmeni Billy Wilder filmi yaptığında oldukça büyük tepkiler almış ve Paramount Kurucuları kendisini sektöre  ihanet etmekle suçlamışlar. Bu film tüm yüzyıllar için gereken Hollwood eleştirisini yapmış çünkü.
En İyi Sanat Yönetmeni, En İyi Müzik Ve En İyi Özgün Senaryo Oscar'ını alan film, müptelası olduğum imdb  Top 250'de de 32. sırada.

15 Kasım 2011 Salı

Io sono l'amore

Bazılarının çok seveceği, bazılarının ise bu ne saçma bir film diyeceği kesin bir film bence. Bazen de insanın izlerken içinde bulunduğu psikolojisi buna çok etki ediyor.Ben dün izlerken öyle huzursuz bir moddaydım ki, beni son derece sakinleştirdi ve iyi geldi.İçimdeki sıkıntıyı dindirdi, oysa mutlu bir film değil. Hala kulağımda kuş sesi var ama..

Film zengin bir aile içinde geçiyor.Bir çok şey seyiriciye gösterilmiyor, siz sadece anlıyorsunuz veya hissediyorsunuz. Ailenin gelini Emma'nın çocukları ile ilişkisi, yaşadıkları aşklar ve gizler var. Aile kavramını ve aşkı sorgulayan ama bunu sözcüklerle yapmayan hissettiren br film..


------------Filmi henüz izlemememiş olanlar için devamını okumaları tavsiye olunmaz -----------

Filmin en şaşırtıcı kısmı son sahnesiydi.Oğlunu kaybeden annenin, acısına rağmen veya belki acısı yüzünden, hapsolduğu hayatından, sahip olduğu ayrıcalıklardan kaçısı.. Ayrılık anı o kadar aceleci ki,  sanki peşinden kovalayan varmışçasına..Orada bir saniye bile fazladan duracak gücü yok.Bütün her şeyi gerisinde bırakıyor ve sadece kendisi olarak çıkmak istiyor o evden. Yanındaki yardımcısının hiç konuşmadan Emma'nın tüm hissttiklerini anlaması.. Kızının annesine tüm aileye rağmen onay vermesi.. Sessizce. Tüm ailenin kadına arkasını dönmesi.Sessizce. Aslında filmin tümünde bir sessizlik var. Aşkta,anlayışta,karşı çıkışta,ölümde..
O sessiz anlatımı beni etkiledi açıkçası ama sizi bilemem...

11 Kasım 2011 Cuma

One Day


Filmi izleyince "bu kitap kesin ağlatır" dedim. Özellikle de aşk ve acı modundaysanız. Okumadığım halde eminim ki okuyanlar filmde aradığını bulamamıştır. Ama insan biraz da hayal gücünü devreye sokarsa.. O zaman olur..



Saatleri Ayarlama Enstitüsü


Ahmet Hamdi Tanpınar’ın imalarla, dokundurmalarla, aileye, insana, devlete, bürokrasiye, modernleşmeye, kurumlara  çok kuvvetli eleştirilerinin bulunduğu kitap, muhakkak iki yazıldığı dönem kadar hem bugüne hem de gelecek zamanlara aitliğini korur. İyi ile kötü, açlık ile para, yeni ile eski, doğru ile menfaatleri arasında kalmış Hayri İrdal anlatır Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün oluşumunu. Bugünün dünyasında bir gün alkışlanacak, omuzlarda taşınacak, ertesi gün yüzüne tükürülecek, sahtekarlıkla suçlanacak sonra ansızın yine göklere çıkarabilecek yani çıkarlar dünyasına göre altın madalya verilecek veya adı ezberden silinecek kişisi Halit  Ayarcı ile karikatürize edilmiştir. Halit Ayarcı, sadece kendisinin temsil ettiği insan grubunu değil aynı zamanda Hayri İrdal’ın, Hayri İrdal gibi insanların aynası olur. Hem ayağını kirli suya sokmak istemeyen hem de dereyi geçmek isteyenlerin, acınası korkaklıklarını ve ikiyüzlülüklerini gösterir.  Hayri İrdal’ın ilk eşi Emine, oğlu Ahmet ve Nuri Efendi dışında neredeyse tüm karakterler yanlış insan kalıbındadır ve bu yanıyla da bugün için yazılmış hissi uyandırır. Zira yazar bugünü görseydi “az bile yazmışım” derdi bence.
Zeki bir kurguya sahip roman, özellikle Halit Ayarcı’yla tanıştıktan sonra daha akıcı ve komiktir. Bazı kısımlar vardır ki, insan yavaş yavaş okur, geçsin bitsin istemez. Dili insana mutluluk verir. “Hepimiz kendi masallarımızın kurbanıyız” diye bir cümlenin geçtiği bir kitaptan, daha başka ne beklenebilir..
Saatleri Ayarlama Enstitüsü yergi kitabıdır diyebilirim. Okunur,  tavsiye edilir. Bu zamana kadar okumamış olmam benim ayıbımdır.
"sahibinin en mahrem dostu olan, bileğinde nabzının atışına arkadaşlık eden, göğsünün üstünde bütün heyecanlarını paylaşan,yahut masasının üstünde gün dediğimiz zaman bütününü onunla beraber olup bittisiyle yaşayan saat ister istemez sahibine temessül eder, onun gibi yaşamağa ve düşünmeye alışır.."
"hayat benim icin iki eli cebinde uydurulan bir masaldı”
"insan neyi anlatabilir? insan insana, insanlara hangi derdini anlatabilir? yıldızlar birbiriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz."

"insanoğlu insanoğlunun cehennemidir. bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz”

10 Kasım 2011 Perşembe

Tutunamayanlar

Bazı kitaplar vardır, zamanını bekler rafta. Tutunamayanlar da onlar da biriydi benim için ve nihayet zamanı geldi ve okudum. Tekrar okuyacağımı biliyorum. Belki ikinci seferden sonra daha çok yazılacak şey bulabilirim de.. Muhtememelen öyle olur.

"Tutunamayanlar ile çok basit bir iş yapmak istedim: İnsanı anlatmayı düşündüm." der Oğuz Atay. Tutanmayanların sembolü Selim Işık, intihar ettiğinde, arkadaşı Turgut Özben, bu ölümün nedenini, Selim'i anlamaya çalışır.Bu iki karakter üzerinden insanı, roman, şarkı,şiir, günlük, mektup,ansiklopedi gibi farklı türleri kullanarak anlatır Oğuz Atay.Kitabın içinde yazım dili ve türü olmak üzere konular bakımından da o kadar çok çeşit vardır ve hepsinin bağlantısı öyle baştan savma, karmaşık  durmasına rağmen öyle yerindedir ki, şaşırtır.

Burjuva düzenine, yaşam tarzına ayak uyduramayan, aitlik duygusunu kaybeden ve yaşadıkları topluma yabancılaşan tutunamayanların başında gelen Selim, kendisini kitapların dünyasıyla avutmaya uğraşır. Yaşadığı gelgitler, kafasından geçenler, korkuları, sevinçleri ile Selim, Selimlik gerçekten tutunamadığını hissettirir. Çocukluk, okul ile ev, aile ile öğretmen  arasındaki tutarsızlıklar, bürokrasi, devlet dairelenin tembelliği, memurların işbilirlikleri, insanların yapaylıkları, kurmaca düzen ve daha bir çoklarından bahsedilir. Ama asıl olan Turgut'un Selim'in gidişini anlamaya çalırken arkasından kaybolması ve onun da tutanamayanlar arasına katılmasıdır. Çoğunluğu iç konuşmalarla geçen romanda bir süre Süleyman Kargı, Günseli, Esat, Metin eşlik eder Turgut'un yolculuğuna. Turgut git gide Selim'in sorguladığı tüm düşüncelerin içinde erimeye başlar. Uzaklaştığı insanların yerine, Selim'in yokluğunda Olric'i yaratır ve öteki Turgut  Olric tutunmak istediği dal olur belki, belki olmaz.

"bu yol nereye çıkar olric?
hiçbir yere efendimiz...
hiçbir yer neresidir olric?
doğru yerdir efendimiz...
gidelim mi?
vardık efendimiz..."

''ne olurdu sen insan olsaydın olric ya da selim ölmeseydi.''

"...mahkemede, suclu sandalyesinde, bilerek ya da işledikleri sucları bilmek zahmetine katlanacak kadar dahi duşunmediklerinden bilmeyerek, eziyet eden, hor goren, aşağılayan, ihmal eden, aldırmayan, unutan, kotuleyen, alay eden, ıstırabı paylaşamayan, insanlar arasına duvarlar ceken, kucumseyen, caresiz bırakan, yalnız bırakan, terkeden, baskı yapan, istismar eden, ezen, cesaret kıran, iyilik etmeyen, değer vermeyen, kalbi temiz olmayan, doğruyu yanlış gosteren, yanlışı doğru gosteren, samimiyetsiz, insafsız, korkutan, yanına yaklaştırmayan, başkasının yaşama hakkına saygı duymayan ve kendinden memnun olabilmek icin her davranışı meşru sayan onlar, yani bizim kucuk kalabalığımızı hava sızdırmayan tabakalar halinde ust uste saran, nefes almamızı dahi engelleyen, yani mahallemizin butun bileği kuvvetli ve ici boş kucuk kabadayıları ve onların buyuk ortakları, yani esasında sayıca ustun olanlar, yani her zavallıdan daima bir rutbe bir kademe bir sınıf yukarıda olanlar, yani şekilsiz huviyetleriyle daima vuran ve kacınabilenler, yani hem ezip hem de ezdiklerini kabul etmeyenler, yani bir mertebe aşağıdayken ezilen ve bir derece terfi edince ezenler, yani cırağını, birşeyler oğretmesine karşılık her zaman doven ve ona insan muamelesi etmeyen ustalar, muavininin başına vuran şoforler ve onlarla birlikte memurlarına dalkavukluk ettiren amirler, duygusuz amirlerle birlikte garsonlara paralarıyla orantılı olarak bağıran muşteriler ve kaba muşterilerle birlikte hakkını arayanlara yumruklarını gosteren gorevliler ve yetkilerini kotuye kullanan gorevlilerle birlikte bilgisizin bilgisizliğini suratına carpan ve ondan bir kelime fazla bilen bilgicler, yani oğrenmek isteyen herkese eziyet eden oğreticiler ve onlarla birlikte bilgisizlerin bilgisizliğine gulen onlardan daha bilgisizler ve cahillerle birlikte her değişik davranışa saldıran şekilsiz kalabalık ve kalabalıkla birlikte onlara alkış tutanlar ve onlarla birlikte her tartışmada en bayağı usullerle haklıyı haksız cıkaranlar ve onlarla birlikte her savaşta kazananı tutanlar ve onlarla birlikte kimseye zararı olmayan zayıfları ezerek kuvvetli olma duygusunu tatmin edenler ve onlarla birlikte her zaman ve her yerde her sınıftan ve her ideolojiden ve her duşunceden insanlar arasında daima on safa gecerek aslan payını kendilerine ayıranlar ve ayırır ayırmaz insanlarla aralarına aşılmaz duvarlar orenler ve boylelerine her zaman haklı cıkarıcı bahaneler sebepler yasalar kurallar sınıflamalar bulup cıkaranlar yani her zaman insanları insanlardan ayıranlar ve onları birbirlerine duşman edenler ve onlara koru korune uyan kalabalıklar ve gerceği boğanlar ve onlarla birlikte insanı bu koca dunyada yalnız bırakarak arkadaşlık dostluk sevgiyle uzatacakları sıcak bir elleri olmayanlar yani elsiz gozsuz akılsız kalpsiz ve kansız gercek sakatlar yani onlar onlar onlar onlar onlar onlar... karşımıza oturacaklar."

Daha çok yazmam lazım ki eksik kalmasın? Ama zaten mümkün değil.

"sen söyle selim, sen söyleyince başka türlü olur."

Süs olsun diye elinde kitap taşıyanlardan değilseniz okuyun..

Bir Zamanlar Anadolu'da

Bir cinayet sonrası , savcı, doktor, polis memuru ve zanlılar, cesedin gömülü olduğu yeri bulmak üzere bütün bir gece dolaşırlar.Bir türlü bulunamayan ceset aranırken, polise, doktora,savcıya,şöfere ve zanlılara ait küçük ayrıtılar, kısa hatıralar ve aralarındaki sohbetlerle birden çok hikaye anlatılır aslında. Birinin diğerinden daha üstün olmadığı yada öne çıkmadığı filmde, kahraman yada başrol yoktur. Anadolu insanı vardır. Bu film bugüne kadar izlediğim en iyi “Türk” filmidir. Bizi anlatır. Mola verip uğradıkları köydeki muhtar (Ercan Kesal, ayrıca senaristlerden biridir) aslında filmin insanda yarattığı duygunun özetidir. Uzun diye eleştiri alan filmde bence gereksiz hiçbir sahne yok ama yorgunken değil daha dinçken izlemekte fayda var.


Filmden çıktıktan sonra, yavaş yavaş,ertesi gün,ertesi gün hala aklımda sahneler beliriyordu. Sorular veya cevaplar geçiyordu aklımdan. O kadar çok an vardı ki,tekrar hatırlamaya, o an durmaya değecek. Zanlının yanında yapılan yoğurt muhabetti mesela. Savcının raporu yazdırırken kafasını dik tutuşu..Her birinin "bundan sonrası sizin işiniz" diyerek, görevi ötekine teslim edişleri ve kaçışları.. Ceset aramaya giderken ceset torbasının unutuluşu ve cesedin yanına kavun koymaktan kendini alakoyamayn şöför.. Kendi iç sıkıntılarının,  mutsuz veya suçlu veya umutsuz duygularının yada günlük yaşamlarının zihinlerindeki meşguliyetine rağmen, yapmakta olan işlerin  bir nehir gibi kendiliğinden akması..

Filmin görüntü yönetmenliğini, oyunculukları konuşmaya sanırım gerek yoktur. Her sahne bir fotoğraf karesi gibi. Filmin sonu veya soruları bence kesinlik taşımıyor. Hepimiz başka bir soru sorabilir ve başka bir cevap verebiliriz. Bir suçlu arar yada iyiniyet bulabiliriz yada belki de sadece umursamazlık vardır. 

Bir Zamanlar Anadolu'da bir filmden ziyade bir kitap gibi..Sanırım bu da çok tekrarlanmayan  bir başarı..  

1 Kasım 2011 Salı

AZİL

Hakan Günday okuruna, onun kitaplarını anlatmaya lüzum yoktur, daha doğrusu siz ne yazsanız okuru tatmin etmez. Okumayanla Hakan Günday kitapları konuşulmaz, önce sen o dünyaya bir adım at değil mi? Hakan Günday en sevdiğim kitapların yazarı değil. Ama her kitabını "bu kitap beni sarsacak" diye okumaya başladığımı ve genelleme yapacak olursam, ilke 100'lerde bu düşüncemi koruduğumu söyleyebilirim. Dili, ne anlattığından ziyade beni her zaman son derece tatmin ediyor doyuma ulaştırıyor. Sıradışı ve sarsıcı hikayeleri ile şaşırtmaya devam ediyor. Akli başka türlü işleyen ve kaleminden öfke ve asilik akan yazar, Azil'le de yine aynı tadı bırakıp gidiyor..



“Düşünce şeytandan, davranış tanrıdandır. hangi düşüncenin davranışa dönüşeceğine karar verense insandır.”
“Her şey söylenmiş olabilir, ama ben daha söylemedim. Ve eğer ben söylemediysem her şey söylenmemiştir. Çünkü kimse benim gibi söyleyemez. Çünkü ben tekim. Çünkü daha önce söylenmiş olanları benim gibi söyleyebilecek kimse yok.”
“Hatay’a 20 km uzaklıkta yaşayan Suriyeli ne kadar Türk ise insan da o kadar iyiydi.”
“İyilik, bütün iletişim araçlarında reklamı yapılan, ancak özel sektöre ait hiçbir stokta bulunmadığı için satılamayan bir üründü. O kadar.”
“Sahip olduğun her bilgi, içinde çürüdüğün bir hücredir.”
“Asil yaşayan bir delidir. Anımsamadığı için geçmişi, umursamadığı için geleceği yoktur.”
“Çelişki seni öldürür. Çelişki işkencedir. Çelişki buz tutmuş bir göldür. Çelişki, buz tutmuş gölün çatladığı andır. Çelişki, göldeki çatlağa saplanıp donmaya başlamandır. Çelişki, yardım istemek için açtığın ağzına dolan sudur.”
 

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails