5 Aralık 2011 Pazartesi

kan ve hayat

Bir silahı yoktu
Ama umutsuzluğu vardı
Bir kurşun gibi,
Delik açan kafasında
Aklını yitirmiş değildi,
Ama yitip gitmişti hayalleri

Bir bıçağı yoktu
Nabzını durduran
Ama kanayan bir hayatı vardı
Sürekli kanayan kesikleri
Etrafını saran kırmızı
Hiçte romantik değildi
Şarap gibi,
Aşk gibi değildi..

Bir mezarı yoktu
Bir tabutta yatmıyordu
Ama çürüyordu
Kokuyordu hiçliği
Çaresizliklik değildi onu çürüten
Ama biliyordu artık
Bir gün her şey güzel olmayacaktı..

28 Kasım 2011 Pazartesi

Mother and Child

İlla ki her eserin bir mesajı var diye düşünecek olursak, bu filmdeki mesaj muhteşem. Çok zor ama muhteşem..

Please Give

Bu tarz filmleri seviyorum ben. Baızları hiç sevmez. "Ee ne oldu şimdi" derler. Pekte bir şey olmaz doğrudur. Sadece bir kaç kişinin hayatının bir kesitini görürüz. Mutlaka yönetmenin anlatmak istediği belli bir şey vardır ama bana göre herkesin anladığı başka olabilir. Çarseizliği de umudu da gösterir böyle filmler. Filmdeki karakterlerden birini kendinize çok yakın bulursunuz, konuşmak isterseniz onunla yada elinizi uzatmak ve yardım etmek.


Birbirinden farklı karakterleri izlerken belki kendi kusurlarınızı da görebilir ya da neden hoşlanmadığınızı karar verebilirsiniz. Dürüstlük, umarsızlık, suçluluk duygusu, vefa, nankörlük  ve daha fazlası..

Sunset Bulvarı

Özellikle 1950'lerin Hollywood'u olmak üzere muhtemelen tüm zamanların film endüstrisine ayna tutan, bir yıldızın içler acısı halini sevimli ve aynı zamanda ürkütücü  ama alaycı bir dille gösteren harika bir klasik. Oyunculuklar, detaylar, diyolaglar muhteşem. Asla zamanı geçmeyecek bir film. Cesur ve keskin.

Şans eseri ellili yaşlarında eski bir Hollywood yıldızı Norma Desmond (Gloria Swanson) ile tanışan senaryo yazarı Joe Gillis (William Holden), onun  cömert teklifini kabul edip, yazmış olduğu senaryoyu düzeltmek için, Norma'nın evinde kalmaya başlar. Meteliksiz olan Joe, birden içine düştüğü lüksün içinde Norma'nın acınası haline ve isteklerine boyun eğer. Çıkarları kişiliğinin önünden gitmektedir. Norma, ününün ve popülerliğinin geçmişte kaldığını kabul edemez. Uşağı Max (Erich Von Stroheim) sayesinde yaşadığı hayal dünyasının sahteliğini anlayamayan Norma sonunda öyle bir son yaşatır ki, ağlayan ağlar, gülen gülebilir.

Sinema dünyasının en iyi film listelerinde ilk 100 içinde sayılan ve bir çok sinema otoritesine göre kara film tarzının en başarılı örneklerinden biri olarak sayılan Sunset Bulvarı psikolojik dram diyebileceğimiz bir hikayeye sahip olmasına rağmen,- üstelik dramı oldukça derin - kara komediye de uzak değil. Karası epey kara ama.


Yönetmeni Billy Wilder filmi yaptığında oldukça büyük tepkiler almış ve Paramount Kurucuları kendisini sektöre  ihanet etmekle suçlamışlar. Bu film tüm yüzyıllar için gereken Hollwood eleştirisini yapmış çünkü.
En İyi Sanat Yönetmeni, En İyi Müzik Ve En İyi Özgün Senaryo Oscar'ını alan film, müptelası olduğum imdb  Top 250'de de 32. sırada.

15 Kasım 2011 Salı

Io sono l'amore

Bazılarının çok seveceği, bazılarının ise bu ne saçma bir film diyeceği kesin bir film bence. Bazen de insanın izlerken içinde bulunduğu psikolojisi buna çok etki ediyor.Ben dün izlerken öyle huzursuz bir moddaydım ki, beni son derece sakinleştirdi ve iyi geldi.İçimdeki sıkıntıyı dindirdi, oysa mutlu bir film değil. Hala kulağımda kuş sesi var ama..

Film zengin bir aile içinde geçiyor.Bir çok şey seyiriciye gösterilmiyor, siz sadece anlıyorsunuz veya hissediyorsunuz. Ailenin gelini Emma'nın çocukları ile ilişkisi, yaşadıkları aşklar ve gizler var. Aile kavramını ve aşkı sorgulayan ama bunu sözcüklerle yapmayan hissettiren br film..


------------Filmi henüz izlemememiş olanlar için devamını okumaları tavsiye olunmaz -----------

Filmin en şaşırtıcı kısmı son sahnesiydi.Oğlunu kaybeden annenin, acısına rağmen veya belki acısı yüzünden, hapsolduğu hayatından, sahip olduğu ayrıcalıklardan kaçısı.. Ayrılık anı o kadar aceleci ki,  sanki peşinden kovalayan varmışçasına..Orada bir saniye bile fazladan duracak gücü yok.Bütün her şeyi gerisinde bırakıyor ve sadece kendisi olarak çıkmak istiyor o evden. Yanındaki yardımcısının hiç konuşmadan Emma'nın tüm hissttiklerini anlaması.. Kızının annesine tüm aileye rağmen onay vermesi.. Sessizce. Tüm ailenin kadına arkasını dönmesi.Sessizce. Aslında filmin tümünde bir sessizlik var. Aşkta,anlayışta,karşı çıkışta,ölümde..
O sessiz anlatımı beni etkiledi açıkçası ama sizi bilemem...

11 Kasım 2011 Cuma

One Day


Filmi izleyince "bu kitap kesin ağlatır" dedim. Özellikle de aşk ve acı modundaysanız. Okumadığım halde eminim ki okuyanlar filmde aradığını bulamamıştır. Ama insan biraz da hayal gücünü devreye sokarsa.. O zaman olur..



Saatleri Ayarlama Enstitüsü


Ahmet Hamdi Tanpınar’ın imalarla, dokundurmalarla, aileye, insana, devlete, bürokrasiye, modernleşmeye, kurumlara  çok kuvvetli eleştirilerinin bulunduğu kitap, muhakkak iki yazıldığı dönem kadar hem bugüne hem de gelecek zamanlara aitliğini korur. İyi ile kötü, açlık ile para, yeni ile eski, doğru ile menfaatleri arasında kalmış Hayri İrdal anlatır Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün oluşumunu. Bugünün dünyasında bir gün alkışlanacak, omuzlarda taşınacak, ertesi gün yüzüne tükürülecek, sahtekarlıkla suçlanacak sonra ansızın yine göklere çıkarabilecek yani çıkarlar dünyasına göre altın madalya verilecek veya adı ezberden silinecek kişisi Halit  Ayarcı ile karikatürize edilmiştir. Halit Ayarcı, sadece kendisinin temsil ettiği insan grubunu değil aynı zamanda Hayri İrdal’ın, Hayri İrdal gibi insanların aynası olur. Hem ayağını kirli suya sokmak istemeyen hem de dereyi geçmek isteyenlerin, acınası korkaklıklarını ve ikiyüzlülüklerini gösterir.  Hayri İrdal’ın ilk eşi Emine, oğlu Ahmet ve Nuri Efendi dışında neredeyse tüm karakterler yanlış insan kalıbındadır ve bu yanıyla da bugün için yazılmış hissi uyandırır. Zira yazar bugünü görseydi “az bile yazmışım” derdi bence.
Zeki bir kurguya sahip roman, özellikle Halit Ayarcı’yla tanıştıktan sonra daha akıcı ve komiktir. Bazı kısımlar vardır ki, insan yavaş yavaş okur, geçsin bitsin istemez. Dili insana mutluluk verir. “Hepimiz kendi masallarımızın kurbanıyız” diye bir cümlenin geçtiği bir kitaptan, daha başka ne beklenebilir..
Saatleri Ayarlama Enstitüsü yergi kitabıdır diyebilirim. Okunur,  tavsiye edilir. Bu zamana kadar okumamış olmam benim ayıbımdır.
"sahibinin en mahrem dostu olan, bileğinde nabzının atışına arkadaşlık eden, göğsünün üstünde bütün heyecanlarını paylaşan,yahut masasının üstünde gün dediğimiz zaman bütününü onunla beraber olup bittisiyle yaşayan saat ister istemez sahibine temessül eder, onun gibi yaşamağa ve düşünmeye alışır.."
"hayat benim icin iki eli cebinde uydurulan bir masaldı”
"insan neyi anlatabilir? insan insana, insanlara hangi derdini anlatabilir? yıldızlar birbiriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz."

"insanoğlu insanoğlunun cehennemidir. bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz”

10 Kasım 2011 Perşembe

Tutunamayanlar

Bazı kitaplar vardır, zamanını bekler rafta. Tutunamayanlar da onlar da biriydi benim için ve nihayet zamanı geldi ve okudum. Tekrar okuyacağımı biliyorum. Belki ikinci seferden sonra daha çok yazılacak şey bulabilirim de.. Muhtememelen öyle olur.

"Tutunamayanlar ile çok basit bir iş yapmak istedim: İnsanı anlatmayı düşündüm." der Oğuz Atay. Tutanmayanların sembolü Selim Işık, intihar ettiğinde, arkadaşı Turgut Özben, bu ölümün nedenini, Selim'i anlamaya çalışır.Bu iki karakter üzerinden insanı, roman, şarkı,şiir, günlük, mektup,ansiklopedi gibi farklı türleri kullanarak anlatır Oğuz Atay.Kitabın içinde yazım dili ve türü olmak üzere konular bakımından da o kadar çok çeşit vardır ve hepsinin bağlantısı öyle baştan savma, karmaşık  durmasına rağmen öyle yerindedir ki, şaşırtır.

Burjuva düzenine, yaşam tarzına ayak uyduramayan, aitlik duygusunu kaybeden ve yaşadıkları topluma yabancılaşan tutunamayanların başında gelen Selim, kendisini kitapların dünyasıyla avutmaya uğraşır. Yaşadığı gelgitler, kafasından geçenler, korkuları, sevinçleri ile Selim, Selimlik gerçekten tutunamadığını hissettirir. Çocukluk, okul ile ev, aile ile öğretmen  arasındaki tutarsızlıklar, bürokrasi, devlet dairelenin tembelliği, memurların işbilirlikleri, insanların yapaylıkları, kurmaca düzen ve daha bir çoklarından bahsedilir. Ama asıl olan Turgut'un Selim'in gidişini anlamaya çalırken arkasından kaybolması ve onun da tutanamayanlar arasına katılmasıdır. Çoğunluğu iç konuşmalarla geçen romanda bir süre Süleyman Kargı, Günseli, Esat, Metin eşlik eder Turgut'un yolculuğuna. Turgut git gide Selim'in sorguladığı tüm düşüncelerin içinde erimeye başlar. Uzaklaştığı insanların yerine, Selim'in yokluğunda Olric'i yaratır ve öteki Turgut  Olric tutunmak istediği dal olur belki, belki olmaz.

"bu yol nereye çıkar olric?
hiçbir yere efendimiz...
hiçbir yer neresidir olric?
doğru yerdir efendimiz...
gidelim mi?
vardık efendimiz..."

''ne olurdu sen insan olsaydın olric ya da selim ölmeseydi.''

"...mahkemede, suclu sandalyesinde, bilerek ya da işledikleri sucları bilmek zahmetine katlanacak kadar dahi duşunmediklerinden bilmeyerek, eziyet eden, hor goren, aşağılayan, ihmal eden, aldırmayan, unutan, kotuleyen, alay eden, ıstırabı paylaşamayan, insanlar arasına duvarlar ceken, kucumseyen, caresiz bırakan, yalnız bırakan, terkeden, baskı yapan, istismar eden, ezen, cesaret kıran, iyilik etmeyen, değer vermeyen, kalbi temiz olmayan, doğruyu yanlış gosteren, yanlışı doğru gosteren, samimiyetsiz, insafsız, korkutan, yanına yaklaştırmayan, başkasının yaşama hakkına saygı duymayan ve kendinden memnun olabilmek icin her davranışı meşru sayan onlar, yani bizim kucuk kalabalığımızı hava sızdırmayan tabakalar halinde ust uste saran, nefes almamızı dahi engelleyen, yani mahallemizin butun bileği kuvvetli ve ici boş kucuk kabadayıları ve onların buyuk ortakları, yani esasında sayıca ustun olanlar, yani her zavallıdan daima bir rutbe bir kademe bir sınıf yukarıda olanlar, yani şekilsiz huviyetleriyle daima vuran ve kacınabilenler, yani hem ezip hem de ezdiklerini kabul etmeyenler, yani bir mertebe aşağıdayken ezilen ve bir derece terfi edince ezenler, yani cırağını, birşeyler oğretmesine karşılık her zaman doven ve ona insan muamelesi etmeyen ustalar, muavininin başına vuran şoforler ve onlarla birlikte memurlarına dalkavukluk ettiren amirler, duygusuz amirlerle birlikte garsonlara paralarıyla orantılı olarak bağıran muşteriler ve kaba muşterilerle birlikte hakkını arayanlara yumruklarını gosteren gorevliler ve yetkilerini kotuye kullanan gorevlilerle birlikte bilgisizin bilgisizliğini suratına carpan ve ondan bir kelime fazla bilen bilgicler, yani oğrenmek isteyen herkese eziyet eden oğreticiler ve onlarla birlikte bilgisizlerin bilgisizliğine gulen onlardan daha bilgisizler ve cahillerle birlikte her değişik davranışa saldıran şekilsiz kalabalık ve kalabalıkla birlikte onlara alkış tutanlar ve onlarla birlikte her tartışmada en bayağı usullerle haklıyı haksız cıkaranlar ve onlarla birlikte her savaşta kazananı tutanlar ve onlarla birlikte kimseye zararı olmayan zayıfları ezerek kuvvetli olma duygusunu tatmin edenler ve onlarla birlikte her zaman ve her yerde her sınıftan ve her ideolojiden ve her duşunceden insanlar arasında daima on safa gecerek aslan payını kendilerine ayıranlar ve ayırır ayırmaz insanlarla aralarına aşılmaz duvarlar orenler ve boylelerine her zaman haklı cıkarıcı bahaneler sebepler yasalar kurallar sınıflamalar bulup cıkaranlar yani her zaman insanları insanlardan ayıranlar ve onları birbirlerine duşman edenler ve onlara koru korune uyan kalabalıklar ve gerceği boğanlar ve onlarla birlikte insanı bu koca dunyada yalnız bırakarak arkadaşlık dostluk sevgiyle uzatacakları sıcak bir elleri olmayanlar yani elsiz gozsuz akılsız kalpsiz ve kansız gercek sakatlar yani onlar onlar onlar onlar onlar onlar... karşımıza oturacaklar."

Daha çok yazmam lazım ki eksik kalmasın? Ama zaten mümkün değil.

"sen söyle selim, sen söyleyince başka türlü olur."

Süs olsun diye elinde kitap taşıyanlardan değilseniz okuyun..

Bir Zamanlar Anadolu'da

Bir cinayet sonrası , savcı, doktor, polis memuru ve zanlılar, cesedin gömülü olduğu yeri bulmak üzere bütün bir gece dolaşırlar.Bir türlü bulunamayan ceset aranırken, polise, doktora,savcıya,şöfere ve zanlılara ait küçük ayrıtılar, kısa hatıralar ve aralarındaki sohbetlerle birden çok hikaye anlatılır aslında. Birinin diğerinden daha üstün olmadığı yada öne çıkmadığı filmde, kahraman yada başrol yoktur. Anadolu insanı vardır. Bu film bugüne kadar izlediğim en iyi “Türk” filmidir. Bizi anlatır. Mola verip uğradıkları köydeki muhtar (Ercan Kesal, ayrıca senaristlerden biridir) aslında filmin insanda yarattığı duygunun özetidir. Uzun diye eleştiri alan filmde bence gereksiz hiçbir sahne yok ama yorgunken değil daha dinçken izlemekte fayda var.


Filmden çıktıktan sonra, yavaş yavaş,ertesi gün,ertesi gün hala aklımda sahneler beliriyordu. Sorular veya cevaplar geçiyordu aklımdan. O kadar çok an vardı ki,tekrar hatırlamaya, o an durmaya değecek. Zanlının yanında yapılan yoğurt muhabetti mesela. Savcının raporu yazdırırken kafasını dik tutuşu..Her birinin "bundan sonrası sizin işiniz" diyerek, görevi ötekine teslim edişleri ve kaçışları.. Ceset aramaya giderken ceset torbasının unutuluşu ve cesedin yanına kavun koymaktan kendini alakoyamayn şöför.. Kendi iç sıkıntılarının,  mutsuz veya suçlu veya umutsuz duygularının yada günlük yaşamlarının zihinlerindeki meşguliyetine rağmen, yapmakta olan işlerin  bir nehir gibi kendiliğinden akması..

Filmin görüntü yönetmenliğini, oyunculukları konuşmaya sanırım gerek yoktur. Her sahne bir fotoğraf karesi gibi. Filmin sonu veya soruları bence kesinlik taşımıyor. Hepimiz başka bir soru sorabilir ve başka bir cevap verebiliriz. Bir suçlu arar yada iyiniyet bulabiliriz yada belki de sadece umursamazlık vardır. 

Bir Zamanlar Anadolu'da bir filmden ziyade bir kitap gibi..Sanırım bu da çok tekrarlanmayan  bir başarı..  

1 Kasım 2011 Salı

AZİL

Hakan Günday okuruna, onun kitaplarını anlatmaya lüzum yoktur, daha doğrusu siz ne yazsanız okuru tatmin etmez. Okumayanla Hakan Günday kitapları konuşulmaz, önce sen o dünyaya bir adım at değil mi? Hakan Günday en sevdiğim kitapların yazarı değil. Ama her kitabını "bu kitap beni sarsacak" diye okumaya başladığımı ve genelleme yapacak olursam, ilke 100'lerde bu düşüncemi koruduğumu söyleyebilirim. Dili, ne anlattığından ziyade beni her zaman son derece tatmin ediyor doyuma ulaştırıyor. Sıradışı ve sarsıcı hikayeleri ile şaşırtmaya devam ediyor. Akli başka türlü işleyen ve kaleminden öfke ve asilik akan yazar, Azil'le de yine aynı tadı bırakıp gidiyor..



“Düşünce şeytandan, davranış tanrıdandır. hangi düşüncenin davranışa dönüşeceğine karar verense insandır.”
“Her şey söylenmiş olabilir, ama ben daha söylemedim. Ve eğer ben söylemediysem her şey söylenmemiştir. Çünkü kimse benim gibi söyleyemez. Çünkü ben tekim. Çünkü daha önce söylenmiş olanları benim gibi söyleyebilecek kimse yok.”
“Hatay’a 20 km uzaklıkta yaşayan Suriyeli ne kadar Türk ise insan da o kadar iyiydi.”
“İyilik, bütün iletişim araçlarında reklamı yapılan, ancak özel sektöre ait hiçbir stokta bulunmadığı için satılamayan bir üründü. O kadar.”
“Sahip olduğun her bilgi, içinde çürüdüğün bir hücredir.”
“Asil yaşayan bir delidir. Anımsamadığı için geçmişi, umursamadığı için geleceği yoktur.”
“Çelişki seni öldürür. Çelişki işkencedir. Çelişki buz tutmuş bir göldür. Çelişki, buz tutmuş gölün çatladığı andır. Çelişki, göldeki çatlağa saplanıp donmaya başlamandır. Çelişki, yardım istemek için açtığın ağzına dolan sudur.”
 

12 Ağustos 2011 Cuma

Larry Crowne

Bir TOM HANKS filmi.Hem yazmış (Nia Vardolas ile birliket ) , hem yönetmiş, hem oynamış. Larry Crowne, çalıştığı süpermarketten diplamasız olması nedeniyle kovulunca, üniversiteye gitmeye karar verir ve sıradan ve yalnız bir adamken,  birden üniversite gençliğinin içine düşüverir.

Eski usul bir anlatım tarzı ile çalışırsan yaparsın diyen filmi tatlı ama sıradan buldum. Ama izlerken sıkıldığımı söyleyemem. Sıcak bir film. Şöyle uykuya dalmanıza az kalmıştır, yorgunsunuzdur veya hastasınızdır, işte böyle zamanların filmidir diyebilirim.







27 Temmuz 2011 Çarşamba

Aramızdaki En Kısa Mesafe



Barış Bıçakçı'nın kitapları denince, ben bir garip oluyorum. Üzerine hem uzun uzun konuşmak istiyorum, hem de sesimi çıkaramıyorumOnun kadar yalın  bir anlatıma sahip olan yazar var mıdır?  Abartısız, sade hikayeler. O hikayelerden teninize dokunan bir el, kulağınıza çalınan bir melodi..Yıllardır tanıdığınız bir dost, bir duygu.  
Bu kitabını da okuyun, diğerlerini de. Benim gibi hepsi bir anda tükenmesin diye ara ara okuyun, tekrar tekrar okuyun. Benim gibi hissederseniz, bir bir yerlerde karşılaşmak isterim.

Bizim Büyük Çaresizliğimiz

Bazı filmler vardır yada bazı kitaplar. Sizi çok etkiler. Başka seversiniz onları.Kitabını okumuş ve yazmıştım. Bu kez filmden notları kendime alacağım, her defasında okuyup mutlu olayım yada hüzünleneyim. Size tavsiyem; önce okuyun sonra seyredin.
                                                                            bir an..


"Ender biliyor musun.Ben seni çok özledim. Özledim durdum"


"..Anneni, babanı kaybetmişsin.,daha çocuksun. Bakıyorsun a, yaşıyorum diyorsun,demek ki kaldırabiliyorum,ayaktayım, bir işim var,Çetin iyi kötü okuyor,felaket bekliyordun olmadı diyorsun.Oysa zamanla oluyor ne oluyorsa.Sen farketmeden,sen anlamadan.Çetin şimdiki Çetin oluyor mesela,ben de böyle bir Murat. Ağır bir yükün altına girdiği için kaskatı kesilmiş.."


                                                   Ender, Çetin,Nihal ve fonda Ankara





                                                                   

AZ

Cümlelerini tekrar tekrar okutan, süper başlangıçlarını bana göre biraz hayalkırıklığı ile sonlandıran ama her kitabını merakla bekleten Hakan Günday, an itibariyle son kitabı Az'da, biri kız, diğeri erkek iki çocuğun (gencin-yetişkinin) hayat hikayesini anlatıyor.İlk hikayenin başrol karakteri Derda'dan size bahsetmeyeceğim. Çünkü beni en vuran kısmı, Hakan Günday'dan böyle bir karakter beklemeyişimdi. Beni ağlattı. Muhtemelen daha evvelde yazdım, ne kitap okurken ne de film izlerken pek huyum değildir ağlamak.Bilmedğimiz bir hikayesi yok Derda'nın ama anlatımı çok gerçekçi. Tüm yaşadıklarından sonra Derda, tertemiz, masum bir kadın oluvermiyor. Belki abartılı gelecek size yaşadıkları ama küçük bir kızın hayatının ırzına geçildikten sonra neler hissettiğini, normal bir hayat süren insanlar anlayabilir mi? Anlayamaz.Anlamalarını da beklemem. Derda, bir isyan hikayesi. İntikam hikayesi. Umutsuzluk ve çaresizlik hikayesi. İkinci bölümde karşımıza erkek çocuğu Derda çıkıyor. Babası hapiste, anası hasta, mezarlıklarda ziyaretçilerin yakınlarının mezarlarına su dökerek ekmek parasını çıkartmaya çalışıyor. Her zaman aç, yorgun ve yalnız. Anasını kaybediyor, hırsızlık yapıyor, hamallık yapıyor, okumayı öğreniyor. Ama bunların hiçbiri sıradan şekilde gelişmiyor. Tutanacak hiçbir şeyi olmayan Derda, Oğuz Atay'a tutunuyor. Gerçekten de öyle oluyor. Birden şaşırıyorsun ama garipsemiyorsun. Hangi Derda daha bahtsız bilemiyorsun.
Sonundan bahsetmeyeceğim elbette. Ama başladığım gibi bitiremedğim bir Hakan Günday kitabı oldu, her zamanki gibi. Ama bir solukta bitti, o ayrı. Hakan Günday için yapılan eleştirilere katılmıyorum,  yazarı anlaşılmaz  şekilde eleştirenler var.Yazarları kitaplarından bilirim, sevdiğim bir yazarı okumaktan beni alıkoyacak en küçük bir haberle karşılaşmaktan korkarım. Zira insanoğlunun en iyi yaptığı şey eleştirmek,yargılamak ve kimlikler yakıştırmaktır. Oysa bir gerçek vardır ki, biz gideriz, yazarlar ölür. Geriye kalacak olan sadece kitaplardır. Hakan Günday için söylenecek tek bir söz vardır. her kitabı okunur, okumaya değerdir.

----ayrıca Az sonrası, uzun zamandır (yıllardır) zamanının gelmesini beklediğim Tutunamayanlar'a başladım.-

Karanlığın Sol Eli

Kış adlı gezegende insanlar çift cinsiyetlidir, yılın bazı dönemlerinde erkek, geri kalanında kadın olurlar. Çok tabidir ki, bu gezegende cinsiyete dayalı hiçbir ayrım yoktur. Ancak kitabın bütünlüğü içinde bakacak olursak, bu derinde kalmış önemli bir ayrıntıdır. Kitap kapağında konusu bu şekilde anlatılsa da. Bir kişi hem anne hem de baba olabilir.Ama asıl daha farklı olan aile,sevgililik gibi kavramlar bizim bildiğimiz süreklilik ve bağlılık kavramlarına tutunmaz. Kuvevtli ideolojiler yoktur, kimse kimseden üstün değildir, devlet çok kuvvetli değildir. Ayrılıklar olsa da, kavgalar veye savaşlar yaşanmaz.
Bir gün Kış'a, gezegenler birliği Ekumen'den erkek bir elçi gelir. Amacı bu gezegeni de birliklerine katmaktır. Tabi bu  o kadar koly olmayacaktır. Uzun yıllar orada kalması gereken elçinin yaşadığı değişim anlatılır bir yandan.
Bilim-kurgu alanında pek okumadım,çocukluk yıllarımı saymazsam. Bu yazarın okuduğum 2.kitabı. İlk kitabı Mülksüzler de, başka bir dünyayı anlatan ve anlatırken, hem iyiyi hem kötüyü gösteren yazar, aynı şeyi bu kitabında da yapmış. Fantastik dünyasını, olağanüstü değil olağan dışı olarak kurgulamış. Dili oldukça sade belki biraz da fazla kuru, anlatımda iniş ve çıkışlar eksik gibi. Olağanüstü bir konuyla başladığı kitapta, ihanet,dostluk, güven,şüphe, politika ve klasik yaşama pek çok göndermeler var. Ama ben kitabı ilk elime aldığımda, tekrar tekrar okumak isteyeceğim bir kitap bekliyordum,umduğum kadarını bulamadım.

Yazarın tekrar aynı soruyu sorup yeni bir dünya yaratmasını bekliyorum. " Ya cinsiyet diye bir kavram olmasaydı?" Sizce?

Karanlıktakiler

30'lu yaşlarında ofis boy olarak çalışan Egemen, psikolojik sorunları olan yaşlı annesiyle birlikte yaşar. Artık cehenneme dönen ve sabrının son kırıntıları ile annesine tahammüle çabalayan Egemen için tüm hayatı çalıştığı reklam şirketidir.  İyi çocouktur Egemen. Çalışkandır, güleryüzlü ve yardımseverdir. Biraz saftır. Patronu Umay, Egemen'i iyi tahlil etmiş ve onu sevmiştir. Belki de acır. Ama kimselerden ilgi bulamayan Egemen, Umay'ın bu yakınlığını hayallerine koyar. Evde annesi giderek kötüleşir. Evden dışarı adımını atmayan anne kendi içinde bir dram yaşamakatadır. Ama filmin sonuna kadar biz bilmeyiz. Bazen merakla bazen acıyarak bazen gülerek bekleriz olacakları. Bütün sorular cevaplanır ve bence harika bir sonla film biter.

Filmde klişeler yok. İyi sadece iyi, kötü sadece kötü değil. Olmayacak şeyler oldurulmuyor. Yalnızlık ve acı var. Ama izlerken boğmuyor. İç karartıcı değil. Fragmanı her nedense korku veya gerilim filmi havası verse de, alakası yok. Her zamanki gibi, populer film izleyicilerinin çok olduğu ülkemizde hakettiği değeri bulamıyor ama ben izlemenizi tavsiye ederim.

Oyuncu seçimi tam yerinde ve oyuncular tartışmasız çok başarılılar. Ufak rolleri olanlar da dahil olmak üzere, herkes için geçerli.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Beyaz Şah


http://amonka.tumblr.com/post/6115429606/beyaz-sah  Sevgili Amonka'nın tavsiyesi  ile okudum yine Beyaz Şah'ı. Onun satırlarına ek yapma gereği duymuyorum her zamanki gibi. Aslında hüzün dolu olmasına rağmen, gülümseten bir kitap.Tavsiye ederim.

19 Temmuz 2011 Salı

Trenin Gara Girişi



28.Aralık.1895'te  Paris'te Lumiere Kardeşler tarafından ilk sinema filmi çekilir. İyi ki de çekilmiştir. Ya hayatımızda sinema olmasaydı?

30 Haziran 2011 Perşembe

Flush

İngiliz şairleri Elizabeth Barrett ile Robert Browning'in mektuplaşmaları, aşkları ve kaçışlarını, köpekleri Flush'ı dilinden anlatan mini roman. Umduğun kadarını bulamadım ama kötü de diyemem. Flush'ı gerektirdiği kadar dillendiremedğini ve ifade edemediğini düşünüyorum. Bir köpeğin baş kahraman olduğu hissi her satırda kendini hissettirmiyordu bence. Öyle olsaydı, benim favori kitaplarımdan biri olabirdi.Flush'un çayır hayatından evde başlayan prensliği (tutsaklığı da diyebiliriz) , zamanla gösterdiği değişim, sonra kendinin üstün bir ırk olduğuna inanışı, kaçırılışı,tüylerini kaybedişi ile soyluluğunu kaybettiğine inanması, bebeği kıskanması.Aslında süregelen hikayesi ile yaklaşımı ile başarılı ama duygusal olarak okuduğumdan mıdır nedir bilemedim, bana duygularını geçirememiş bir kitap olarak raftaki sırasına geri döndü.

Dublörün Dİlamması

Son zamanlarda okuduğum en eğlenceli kitap Dublörün Dilamması. Albino olan Nuh Tufan ile arkadaşı İbrahim Kurban'ın cin fikirleri ile içine girdikleri Ferruh Ferman'ın hayatı..İsimler bile şahane değil mi?

Murat Menteş'i ilk kez okudum ve anlatımını bayıldım. Her cümlesi külçe altın . Ama insanı yoran bir ağırlıkla değil, çekici ve tatlı. Tekrar tekrar okutan, gülümseten. Hiç bir yerinde abartıya kaçılmamış, sıradışı, muzip hikayesine rağmen sürekliliği hiç kopmuyor,, karakterleri ile ün salabilecek  ve filmi çekilse kült olabilecek  orjinallikte. Bir solukta okuyup bitirince üzülüyor insan, hemencecik bitti diye.

Canınız kitap okumak istemiyor ama illa da müptalalıktan bir kitaba uzanıyorsanız, Dublöürn Dilemamması'nı seçin, iştahınız açılacak, söz veriyorum.

“Demem o ki, insan sevgisiyle dolu değilim, [d]olmam da gerekmez. Yine de centilmenliği dürüstlüğe tercih ederim. Dürüstlük çoğunlukla kibre varır. Centilmenler; kindarlığın ve fevriliğin intikamla bağdaşmadığını bilirler.”

           “Yalpalayarak yol alan felçli garson, önümüzden geçerken tepsideki bardakları şangırdatıyordu. Arkasından bakınca, limonata dolu bardakların birinden diğerine atlayıp duran Japon balıklarını gördüm! Döndüğünde, tepsi gibi düz suratına buzlu bir tebessümü yayıp boş gözleriyle bize baktı. Bir sade bir sütlü kahve istedik. Bu arada pastanenin duvar kağıtlarında mor kertenkeleler geziyordu..”

17 Haziran 2011 Cuma

BUDALA


Romanın kahramanı, Prens Mışkın, saflık derecesinde iyi niyetli ve dürüst bulunduğundan, çevresindekiler tarafından "budala" olarak görülür. Romani Prens'in Rusya'da birden genişlyen çevresi içinde geçer.Prens , sara hastasıdır (tıpkı Dostoyevski gibi), ve kimsesi yoktur. Ancak çok kısa sürede çevresindeki insanlar tarafından çok sevilir ve kabul görür. Ancak buna karşın sürekli olarakta onlar tarafından yargılanır. Prens, her kötülüğe yine iyelikle karşılık vermeyi tercih eder. Aynı zamanda çokta zeki olan Prens, iyiliği yüzünden çoğu zaman saf bulunsa da, Dostoyevski'nin yazarken hedeflediği "güzel insan" olmayı becerir. Ama güzel insanın hayatı kendisi gibi güzel olmayacak, başka insanların hırsları ve yanlışları Prens'in de sonunu getirecektir.
Tüm kalabalığına rağmen, Budala bir aşk romanıdır. Ancak, aşk bildiğimiz kalıbında  değil, Prens'in kalıbına göre yaşanır. .Yazık ki Prens asıl lakabını, aşkına gösterdiği budalalıkla hakeder.

ZİYAN

Aslında kitabı daha evvel ,okuyanlar için, kapağının yeterli geleceğini tahmin ediyorum. Ziyan, bir askerlik kitabı. Askere gitmeyenlerin gitmeden evvel okumalarını tavsiye etmeyeceğim, hiç gitmeyecek olanların  mutluka okumalarını isteyeceğim  ve askerden dönenlerin "alın askerlik" diye yakınlarına verebileceği bir kitap.
Eksi 16-17 derecelerde nöbet tutan, soğuktan yaşadığı an dışında tüm hayatını boşluğa bırakmış bir askerin, umutsuzlukla ve acıyla ölüme yakınlaşan bedeni, geçmişin kötü karakterlerinden Ziya Hurşid ile ayakta drumaya  çalışan zihni..Kıyıda köşede farkedilmeden kalan zamanını tamamlamak isterken, göze batışları. İntihar etme isteği, yok olma, kurtulma isteği. Zorunlu askerliğe karşı cesurca dile getirdiği tepkisi.
Müthiş bir şekilde başlıyor kitap, üzerine düşünmeden geçmeye  izin vermiyor cümleleri.

                        “Gazi, Dikmen sırtlarında dinleniyor. 12 Şubat 1921.”
 "Gözlerimin hizasına asılmış fotoğrafın altında böyle yazıyordu: Gazi dinleniyor… Ama dinlenmiyordu. Atatürk’ün yüzlerce fotoğrafını görmüştüm. Bu fotoğrafta, dinlenen bir adam yoktu. Böyle bir adam görmüyordum. Ben bu fotoğrafta, bizden bıktığı için gözlerini kapatan birini görüyordum. Hepimizden, her şeyden bıktığı için bize bakmaktan vazgeçmiş birini görüyordum. Kurtarmak istediği insanların gerçekte bir sahtekarlar sürüsü olduğunu, onca çabasının hiçbir şeye değmeyeceğini düşünen bir adam görüyordum. Her şeyi bırakmak, her şeyden vazgeçmek, her şeyi siktir etmek isteyen bir adam. Hatta belki de hayatında ilk kez ölmeyi düşünen bir adam. Ölüp yok olmayı, kara karışmayı. Ölerek donmayı ya da donarak ölmeyi bekleyen bir adam görüyordum. Fark etmez, diye düşünen bir adam. Hiç fark etmez. Tek bir insan sesi daha duymak istemeyen, tek bir insan yüzüne daha katlanacak gücü olmayan bir adam. Bu yüzden kapalıydı gözleri. Üşüdüğünden değil, duymamak için örtmüştü kulaklarını. Evet, kesinlikle böyle olmalıydı. Gözlerimi ve kulaklarımı kapadım, diyordu. Artık istediğiniz kadar ihanet edebilirsiniz…"

Dayanamadım, yazdım, böyle başlıyor işte.Devamını da siz okuyun.

yazdan merhaba

Uzun zamandır blouguma uğramayadım, oysa yazacaklarım oldu, kitaplar okundu, filmler seyredildi, şehirler görüldü ama kısmeti buraya damlamadı. Cuma gününün erken gelen haftasonu havası içinde bir kaçından bahsedeyim.

Ama önce  herkese iyi yazlar !

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Meleğim

Geçtiğimiz haftasonu, hayatımın ilk ve daimi aşkı anneannemi alıp İstanbul'a getirmek için Ankara'ya gittim.Teyzelerin birtanesi Muki'm de, anneanneme değişiklik olsun diye hep beraber Eskişehir'e günübirlik bir ziyaret fikri ortaya atınca, hemen kabul ettim. Cumartesi günü, anneannem , Muki'm ve tontoş teyzemle trene atladık. Bizi orada kuzenim karşıladı ve bütün gün Eskişehir'i dolaştık. Çok güzeldi.Bol bol yürüdük. Ama anneannem hiç yoruldum demedi. Yaşına ve sağlığına rağmen hiç şikayet etmedi.Günün sonunda trene binip Ankara'ya dönerken, hızlı gitmesi gereken tren, aheste aheste yol alırken, ben oflamaya başlamıştım ki, anneannem şikayet etmenin anlamsızlığı üzerine genel bir konuşma yaptı. Sözleri beni hedef almıyordu elbette, ben onun biricik torunuydum. Ama ben kendime dersler çıkarmayı bildim. Madem ki, tren yavaş gidiyordu, biz keyfini sürmeliydik. Yol kenarındaki evleri inceledik. Dikilen bitkilerin neler olduğu hakkında tahminler yürütmeye çalıştık. Sonuçta yol bitecekti, önemli olan sağ salim eve varmaktı.Sonunda evimize vardık. Ertesi gün  kalabalıklaşan aile saadetimizin de tadını çıkardıktan sonra , pazartesi günü otobüs yolculuğu ile İstanbul'a döndük. Sanırım hayatımın en huzurlu ve en kısa yolculuğu idi. Çünkü yanımda anneannem vardı.

Salı gününü sakin sakin evde geçirdikten sonra, dün de deniz dolu bir gün geçirdik. Önce boğaz turu yaptık, anneannem ile birlikte. Sonra Kız Kulesine gittik. Bizi götüren tekne o kadar küçüktü ki, çok sallamdı ve ben yanımda anneannem olduğu için çok korktum. Yüzme bilmiyor ve ben felaket tellalı olduğum için sürekli tekne batarsa gibi olmayacak senaryolarla 10 dakikalık yolu korkunç  geçirdim. Bir yandan anneannemi ürkütmemek için sakin durmaya çalıştım. Karaya çıktığımızda, korktuğumu anneanneme söyledim. O elbette korkmamıştı. "Olacağı varsa olur, neden korkayım" dedi. "Ben seni yerim anneanne" demedim. "Ben sana bir şey olursa naparım" diye düşünüp daha çok korktum. Yaşlanmak beni korkutuyor. Çünkü ben yaşlanırken sevdiklerim de yaşlanıyor. Bir gün karşımıza acı bir şekilde çıkacak olan ölümler daha çok yaklaşıyor. 30 yaşında da olsam, daha da çok yaşlansam ayrılıklara hazırlıklı değilim, olamam. Dedemi kaybedeli 7 yıla yakın oluyor. Hala alışamadım. Hala dün kadar yakın son görüşmemiz. Anneannemin varlığı , onun yokluğuna katlanmayı kolaylaştırıyor.Çünkü hala anneannemle konulurken, sanki yanında dedem varmış gibi hissediyorum. Ölüme bir çare bulamadıktan sonra, gelişen teknolojinin ne faydası var.

Aslında onu ne kadar sevdiğimi anlatmak için başladığım yazımda yine korkularım başrolu kaptı. Hep böyle oluyor. Bir türlü büyüyemiyorum belki de. Hayatımın en sıcak günlerini yaşadığım çocukluk günlerimi bile, onlardan uzaklaştığım için hüzünle anıyorum. Anneannem yanımda,yanımda olduğu için çok mutluyum ve inanılmaz bir huzur duyuyorum. Ama aklımdan geçen kötü düşünceler , mutluluğuma gölge düşürmeye çalışıyor. Ayrılıklar hiç olmasın , biz hep birlikte olalım istiyorum.

Anneannem, sen bu yazıyı hiç okumayacakta olsan, seni çok sevdiğimi yazmak istiyorum. Bir gün senin kadar yaşadığımda, belki benim de bir torunum olursa, ona senden bahsediyor olacağım. Sen benim kahramanımsın! İçimdeki bütün iyiliklerin sebebi sensin.  Sen hayatımın en kötü günlerinde bile, beni hayata bağlayan meleğimsin. Sen zaten bir meleksin, ama en çok benim meleğimsin!

28 Nisan 2011 Perşembe

Levrek, hamsi, kalkan... Kader anı Haziran!

Levrek, hamsi, kalkan... Kader anı Haziran!: "“Seninki kaç santim?” kampanyasının sonucu belli oluyor. Tarım Bakanlığı balıkların ve denizlerin geleceğine Haziran’da karar veriyor. İş işten geçmeden, balıklar tükenmeden, daha fazla ertelemeden, hemen şimdi eyleme katıl."

24 Nisan 2011 Pazar

umut

                                                                     http://www.fundatoprak.com/

22 Nisan 2011 Cuma

hala yoksun..

İki yıla iki aydan az bir zaman kaldı, aramızdan ayrılışın. İnsan her şeye alışıyor, yokluğuna da alıştık. Hala  hatırlıyor ama senden daha az bahsediyoruz. Acaba herkeste benim kadar aklından geçiriyor da, benim gibi bahsedemiyor mu, bilmiyorum.Ama öyle olduğuna eminim. Bazen herkesi toplayıp, senin için ağlamak istiyorum. Kendi kendime değil, eskiden olduğu gibi hep birlikte oturup, yokluğuna ağlayalım istiyorum. Sen de seni unutmadığımızı, hala acı çektiğimizi gör istiyorum. Sanki bu hayatın böylesine çabuk yoluna girmiş olmasından suçluluk duyuyorum. Senin seçimindi, biz devam etmeliydik diye düşünemiyorum. Sanki seni ölüme el birliği ile göndermişiz gibi, ölümün yüzünden duyduğum suçluluk duygusundan kurtulamıyorum. Çoğu zaman seni düşünerkeni beraber geçirdiğimiz güzel anları değil, ama o güzel günlerde bile sana bakıp seni göremeyişimize takılıyorum. "Biz hiçbir şeyin farkına varamadık" diyorum. Kör olmayı, susmayı, aldırmamayı asla tercih etmeyen biri olarak, neden sana uzanamadım diye kendime kızmaktan alıkoyamıyorum kendimi.Diğerlerine oranla daha çok farkına varmalıydım diyorum. Çünkü insanın bazen ölüme ne kadar yakın olabileceğini onlardan daha çok biliyorum. Bazen insanın nefes almak için çaba harcaması gerektiğini biliyorum. Çok büyük acılar yaşamayan insanların anlayamacağı "yok olma" ihtiyacını biliyorum. Ölümü, başkalarına vereceğin acı olarak değil, aksine  rahatlama duygusu olarak görülebileceğini biliyorum.Ölüme giderken hissettiklerini düşündüğümde dayanamıyorum. İnsan kendi canına nasıl kıyabilir? Bunu bencillik olarak gören insanları anlıyamıyorum. İnsan, geleceğinden, sevdiğinden, hayallerinden bencillik ederek vazgeçebilir mi? Seni, bilemediğim ve göremediğim her şeye rağmen, herkesten daha çok anlıyorum. Belki de bu yüzden herkesten daha fazla suçluluk duyuyorum. Çünkü elini birimiz tutabilseydik, böyle olmayacaktı. Sen, ne kadar saklamış olsan da, ne kadar bize hep gülümsemiş olsan da, biz, sadece birimiz, gözardı etmeseydik bu normalliğini, böyle olmayabilirdi. Acımızla yapamadığımız hesaplaşmaları şimdi daha net yapabiliyorum. Elbette bir suçumuz yoktu, elbette sebebi biz değiliz, ama bizi iyi bir dost olmaktan alıkoyan ne vardı?Anlatılana yada görünene ikna olunarak, ağlayana omuz verererek , sadece derdini anlatana derman olmaya çalışarak  dost olunur mu?Biz, hiçbirimiz iyi bir dost olmayı beceremedik. Diğerlerinden daha çok, görünenden daha fazlasını görmesi gereken bendim.İnsan psikolojisinin insanı nerelere taşıyabileceğini ben biliyordum çünkü. Ama nelerle meşgldüm ki böylesine kör olabildim? Bu beni kötü biri yapmaz muhakkak ama gerçeği de değiştirmez.

21 Nisan 2011 Perşembe

Randevu

 Dün, şiddetle yağan yağmura rağmen, oğluşum için kalktık Şile yollarına döştük. Her ne kadar başlarda, her türlü senaryoyu aklına getirebilme potansiyeline sahip olduğum için biraz huzursuz olsam da, Şile'ye vardığımızda, bizi karşılayan Özgür Bey'in doğal hayatı ile huzur buldum.Önde ve arkada olmak üzere kocaman bir bahçeye sahip olan evsahibimiz ve eşi, yeşillikler içinde, ağaçların gölgesinde, 2 küçük çocukları ve her biri ayrı cins 8 köpekleri ile birlikte yaşıyorlar. Yaşadıkları yer gibi, kendileri de öylesine doğallar ki..Başka bir dünyada olduğumu hissettim. İstanbul'u kötülemek istemiyorum, İstanbul'un sevmediğim insanlarından bahsetmek istemiyorum ama onların kalbimde, beynimde ortaya çıkardıkları hüsranı ne yazık ki hissediyorum. İşte, sanki İstanbul'un pisliğinden uzaklaştım, orada kaldığım bir kaç saat. Çok keyifliydi.
Yaşamayı hayal ettiğim hayatı yaşıyorlardı ve ben kendimden daha çok emin oldum. Doğa ve hayvanlar, beni mutlu etmeye yetiyor.
Günün maksadı ne yazık ki gerçekleşmedi ve Çiko ile Prenses çiftleşemedi. Ama bizim için bahane oldu ve cumartesi günü tekrar gideceğiz. Bu kez oğluşumun mutlu sona ulaşmasını diliyorum. Bakalım..

18 Nisan 2011 Pazartesi

Kaybedenler Kulübü


Çok söz etmeyeceğim, seyrederken merakla seyrettim ama umduğum kadarını bulamadım.Bir çok şey yerli yerine oturmamıştı. Filmin arasına sıkıştırmaya çalıştıkları aşk, gerçek aşkı hissettirmedği gibi, kızı başka kızlardan farklı gösterme çabalaları çok klişeydi. Seks sahneleri sanıldığı gibi çok değildi ama olanlar da olmaları gerektiği gibi değidi. Ahu Türkpençe, filme yakışmamıştı , ben kendisini sevmeme rağmen Kaan'ın aşık olacağı kız olarak göremedim onu. Kaan ve Mete arasındaki dialoglar güzeldi ama yetersizdi ve belki radyo programının daha çok üzerine kurulmalıydı. Yalnızlara ulaşan yanı daha çok anlatılmalıydı. Film, sonuyla da hüsran doluydu bence. "Issız Adam, Merhaba" dedirttirdi.
Ben, daha çok içime işleyen bir film bekliyordum, bulamadım ama kötü bir film değildi. Belki ben fazlasını bekledim. Çok başarılı olabilecek bir film, bir kaç şeyle bozulunca çok üzülüyorum galiba. Siz yine de izleyin.


Bazen kendinden uzaklaşmak ister insan,
Bazen gidersin sırf geri dönebilmek için.
Bazen ağlarsın baya,
Bazen ağlayamazsın baya baya"

"Oysa sevmek anlıktır"

"Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olablir ki?"

"Yalnızlıktan kusucam be abi"

"-Nasılsın?
-Standart
-Allah standarttan saptırmasın"

"İyi geceler sayın dinleyen, tabi öyle bir şey mümkünse"

15 Nisan 2011 Cuma

Temple Grandin


En sevdiğim filmler arasına uzun zamandır bir film girmiyordu sanırım. Temple Grandin girdi. Otistik bir gencin gerçek hayat hikayesini anlatıyor film. Temple, annesinin de çabası ile, hayata küsmeyi değil, hayatta bir iz bırakmayı tercih ediyor. her şeye nesnel olarak bakan, resmederek algılayan Temple, başkaları tarafından hor görülmesine, alaya alınmasına rağmen hiç pes etmiyor. Başkalarından eksik olmadığını sadece farklı olduğunu biliyor. Çektiği acı ve sıkıntıları kullanarak değil, gücünü, zekasını ve sevgisini kullanarak insanlara ulaşıyor.Üstelik kendi mücadelesine hayvanların haklarını da ekliyor. "Doğanın kanunları vahşi olabilir ama biz öyle olmak zorunda değiliz" diyor ve zekasıyla onu anlama kapasitesine (insanlığına) sahip olmayan insanları bile ikna etmenin yollarını buluyor.


(Temple Grandin'in kendi fotoğrafı)

Filmi izlerken kendinizi onun dünyasına sokabilmeyi ve ona yardım edebilmeyi istiyorsunuz ama Temple'in bizim  yardımınıza ihtiyacı yok.Ama bizim onun yardımına ihtiyacımız olmadığını söyleyemem.
Bu filmi mutlaka izleyin.


11 Nisan 2011 Pazartesi

Fareler Ve İnsanlar



George ve Lennie,  ortak bir hayale ulaşmak için, buldukları çiftlik işlerinde çalışıp, para biriktirmeye uğraşan iki arkadaştır. George akıllı ama çelimsiz bir yapıya sahip, Lennie ise saf ve iri yarı bir adamdır ve yumuşak bulduğu nesneleri veya canlıları okşamak gibi zevki vardır.

İki arkadaş, son geldikleri çiftlikte patron ve patronun oğlu tarafından hoş karşılanmazlar ancak George, hiç bir beleya bulaşmadan biraz para kazanıp, oradan uzaklaşma niyetindedir. Ancak Lenni, başını derde sokmadan durabilecek midir?

Kısacık romanda kalbe dokunan öyle çok şey var ki...

1 Nisan 2011 Cuma

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra


Barış Bıçakçı, okuduğum 2.kitabı ile en sevdiğim yazarlar arasında yerine alıyor. Yalın ve samimi anlatımıyla, abartmalara,süslemelere yer vermeden, sanki çok yüzeysel anlatıyormuş gibi yazan ama en derini görmemizi sağlayan satırlarında, duyguları kendi yaşadıklarımızçasına yoğun hissediyorum.

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, Başak'ın intiharı ile yazılan bir kitaptır. İntihihar etmek için hiçbir nedeni olmayan Başak, neden gitmiştir? Nedeni olmayan bir insan, bu güzelim hayata veda edebilir mi? Peki kimin ölmek için yeterli bir nedeni olabilir ki?

26 Mart 2011 Cumartesi

Sarmaşık



Birbirinden garip insanları bir araya getiren tesadüflerin kitabı..
Renk körü olan ve Picasso'nun bile takdir ettiği Ali Ferah ve ilk Türk Nobel ödüllü yazar Salim Abidin. Ama bu kadar da değil, şizofren bir kardeş, geçmişin gölgesinden kurtulamamış bir anne, bebeğini istemeyen hamile Sedef, fahişe Ludmilla, Kıbrıslı savcı, ressam boya işçisi Oleg, sevgilisi için ünlü bir tablo hırsızlığına hazırlanan Celine..Garip kişileri bir araya getiren tesadüfler de aynı gariplikte.

Kitaptaki tesadüfler ikna edici ve gariplikler çok olağan gelmiyor okurken, ama kitabı okurken merakla okumaya engel değil.

Tekrar okumak istediğim kitaplara aşık olan biri olarak, Sarmaşık onlardan biri olamadı. Yazar, kitabı 4,5 ayda tamamlamış, keşke biraz daha üzerinde çalışsaymış, başarılı anlatım tarzıyla ve dili kullanmaktaki becerisiyle, hikayeyi daha çok işleseydi, daha kalıcı bir kitap olurmuş diye düşündüm ben.

24 Mart 2011 Perşembe

kalmak veya gitmek

(resim Marebeth Quin'e aittir)
Her şeyin çok başka olabileceğini bilirken, bu kadar eksik yaşamak canımı çok sıkıyor. Kendime itiraf etmekten korktuklarım yada dile getirmek canımı sıkıyor yada gerçeği daha çok gözüme sokuyor diye susmalarım, benimle yaşadığım hayatın, dostlarımın, neşemin, enerjimin ve yaşama isteğimin arasına giriyor. Her geçen gün biraz daha başkalaşırken ve kendimden uzaklaşırken, içine düştüğüm sinsi ama derin bunalımın farkına varıyorsam da, düşmemek için sadece rollere tutunuyor ama gerçek bir çare aramaktan kaçınıyorum. Belki de çaresiz olduğunu görüyor ve bunu kabul etmek istemiyorum.

Kendini tanıyan bir insan olarak, bir gün bu durumdan kurtulacağımı biliyorum. Mutsuzluğuma ancak ben izin verdiğim sürece devam edebilirim, bunu da biliyorum. Ama vazgeçmeyen tarafım sabırla bekliyor. Yitirerek değil, kazanarak devam etmeyi istiyor. Hayat, yanıbaşındaki insanları farketmeyen, onları gören ama bakmayan, duyan ama dinlemeyen, dokunan ama sevişmeyen insanlarla dolu biliyorum.Hayat, bir çırpıda sevgisini, dostluğunu harcayan insanlarla da dolu, onu da biliyorum. Hayalleri yarım kalmış, hayallerini unutmuş insanların dünyası bu dünya. Aşkı, heyecanı, özeni, şevkati her fırsatta ağza alan, ama aslında gönlünde yaşatmayan insanların dünyası.Onlardan biri olmak istemiyorum ben. Ne kalarak, ne vazgeçerek...

19 Mart 2011 Cumartesi

Sevgili Arsız Ölüm

Huvat ve Atiye, çocukları Halit,Seyit,Nuğber,Mahmut ve Dirmit..Alışılmadık bir anlatım tarzı ve başarılı Türkçesi ile, köyden kente göçen bir aileyi anlatıyor yazar Latife Tekin. Gerçekçiliği kadar düşsel anlatımı içiçe geçen kitap, ilk bölümde ailenin köydeki hayatlarını, cinleri perileri ile, hurafeleri ile anlatır. İkinci bölümde, artık o hurafeler yüzünden köyden kente göçmek zorunda kalan aile, kentte kalabalık nüfuslarına rağmen bir türlü eli sürekli iş tutan biri çıkmadığından, sürekli olarak sefalete sürüklenirler.Sefalet içinde kavgalara ve ayrılıklara düşen ailede, anne Atiye'nin Azrail'le pazarlıkları,  çocuklarına ettiği nasihatlar, Dirmit'in en başında beri yarattığı kendi dünyası ve dostları, Seyit'in güç arayışları, Halit'in kent yaşamındaki kayboluşları, sonra karısının önce sessizliği sonra hiç susmayışı, yol üzerinde ayrı ayrı duraklar gibi değil, ayrı yolların sonunda keşismesi gibi, hikayesel bir dille anlatılır.

Kitapta, kişiler karakterleştirilmemiş, iç dünyalarından ziyade davranış biçimleri seyredenin dili ile ve olduğu gibi anlatılmıştır.Kurgusu güçlü değil demek yanlış olmaz ama daha çok yazarın tercihi o yönde olduğundan diye düşünüyorum, ne-neden-nasıl sorularının cevabı yok, hatta bazen bu soruları sordurtmuyor bile.  Cahilliğin ve fakirliğin damgasını vurduğu aile, yazarın iştah kabartan Türkçesi özgün ve başarılı bir kitap ama beni benden almış değildir. İçinde bir türlü kaybolamadığım satırlarına rağmen, Atiye'nin aile içinde kurmaya çalıştığı uyum ve Dirmit'in "onlar gibi olmama" gayreti ve sonunda kavuştuğu ve kazandığı özgürlüğü, kitabın içinde beni en çok etkiliyenler oldu.

''elmas gelini cok ozledim tulumba.''
''o da seni ozlemis dirmit kiz.''
''kime soylemis?''
''ince ince yagan kara soylemis"

2 Mart 2011 Çarşamba

Piç


Hakan, Barbaros, Cenk ve Afgan.Farklı çıkış noktaları ama aynı duygularla piç olmuş 4 genç. Kinyas ve Kayra ile anlattığı hiçlik duygusunu bu kez piçler anlatıyor. Başka bir hayatı seçselerdi, başarılı, imrenilen ve arzulanan insanlar olabilecekken, toplumsal değerleri, ahlak ve değer yargılarını, olağan düzeni yaşamayı redderek, sadece istedikleri gibi yaşadıkları hayatlarını anlatıyor. Kuralsızlıklarının içinde aslında kendilerine has kuralları var ve bu kuralları sadece piçler anlayabiliyor.

Sorumluluk duygusunu  bir nebze olsun barındırmayan piçler, yaşadıkları evden kovulduktan ve artık borç alacak kimseleri kalmadığından, ellerindeki kişisel eşyalarını satarak yaşamaya, hayatta kalmaya çalışırlar.Gidişatları ne kadar kötü de olsa, bunu görmezden gelirler ve yarını düşünmeden yaşamaya devam ederler. Çocukluklarından ve ilk gençlik yıllarından edindikleri bilgilerle dünyayı ve tüm insanlığı anladıklarını sanan, kendilerini diğer insanlardan üstün görerek, ukalaca tavırlarla başkalarını küçümseyen piçler istedikleri her şeyi becerebileceklerini sanırlar, vazgeçilmez olduklarını sanırlar, cahilliklerinin içinde gördükleri ve yaşadıkları dünyada hiçliklerinin farkında değillerdir yada bu hiçlikten gurur duyacak kadar kaybolmuşlardır.

Sorgulayan, hayal kuran, aşık olan, isyan eden veya düşünen her insanın hayatın bir döneminde kısa da olsa eylemsiz de olsa, bu hiçliğe düştüğü olmuştur. Hatta kitabı okurken, adını sayacağımız piçler bile bulabiliriz. Hakan Günday'ın akıp giden cümleleri ile sürekliyici bir kitap olan Piç, okurken alacağınız zevki eksiltmese de,   bazı noktalarda kopmalar  yaşatıyor. Aslında istedikleri anda, refaha erebilecek bu gençlerin, kırılma noktalaırnı anlatmayı ihmal ediyor ve bazı satırlarda, özellikle sonlara doğru, inandırıcılığını kaybediyor.

Arka Kapaktan: Piçlerin çocukları olmaz.
Piçler, aşık oldukları kadınların kendilerini kurtaracaklarını düşünür. Oysa hiçbir kadın dünyaya bir piçi kurtarmak için gelmemiştir.
Piçlere sır verilebilir. Ölümleriyle son bulan sırdaşlıkları vardır.
Piçlerin cinsel hayatı düzensizdir.
Piçlerin bedenleri ve akılları, diğer insanlarınkilerin aksine nasırlaşmaz. Onların nasırlaşan tek yerleri ruhlarıdır.
Piçler sadece kendi aşklarına saygı duyarlar. En yakın dostlarının kadınlarına dil ve el uzatabilirler. Bu durumda piç tabii ki suçlu, ancak piçlik meşrudur.
Piçler düzensiz hayatlarında düzenli olarak içki içerler. Belli sayıdaki kadehten sonra sarhoş olup sızarlar. Sızdıkları yerin adı huzurdur.
Piçlerin babalarıyla olan ilişkileri mezar taşı kadar soğuk, yeni dökülmüş kan kadar sıcaktır.
Piçler insan öldüremedikleri, ağır suçlar işleyemedikleri, korkak ve hain oldukları için yaşadıkları yerleri zorunlu kalmadıkça terk edemezler.
Piçin davranış ve tercihlerini sadece bir başka piç kabul edilebilir olarak değerlendirir ve "Neden?" diye sormaz. "Neden" sorusu piçliği yok eder.
''Piçler açtı. Piçler kirliydi. Ter, toz ve çamur kokuyorlardı. Üşüyorlardı. Ama gülüyorlardı.''

27 Şubat 2011 Pazar

83.Oscar Sahipleri

83. Oscar Töreni başlamak üzere. Şahsen çok heyecanladığım isimler veya filmler yok,Natalie Portman Ve Aronofsky dışında, çokta süprizli oalcağını düşünmüyorum. Inception en iyi filmi hakediyor diye düşünsem de muhtemelen The King's Speech'e gidecek. Colin Firth ve Natalie Portman en iyileri alır diye düşünüyorum. Colin Firth'e rakip, bana göre James Franco olabilir. Yönetmen Darren Aranofsky alsın isterim ama David Fincher'e gidecek gibi görünüyor. Elbetteki eninde sonunda heykeli kapması gereken bir yönetmen ama The Social Network'den daha iyi filmleri oldu ve olacak bence. Yardımcı kadında bir türlü adayımı seçemedim ama erkekte Christian Bale hakediyor diye düşünüyorum. Umarım kötü süprizler olmaz..



En İyi Sanat Yönetmeni: Alice In Wonderland , Karen O'Hara-Robert Stromberg

En İyi Görüntü Yönetmeni: Inception, Wally Pfister



En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Melissa Leo, The Fighter



En İyi Kısa  Animasyon: The Lost Thing

En İyi Animasyon Film: Toy Story 3, Lee Unkrich

En İyi Uyarlama Senaryo:The Social Network,Aaron Sorkin


En İyi Orjinal Senaryo:The King's Speech, Did Seidler



En İyi Yabancı Film : In A Better World (danimarka) yönetmen: Susanna Bier

En İyi Yardımcı Erkek : Christian Bale , The Fighter



En İyi Özgün Müzik:The Social Network, Trent Reznor-Atticus Ros

En İyi Ses Miksajı:Inception,Lora Hirschberg,Garry Rizzo, Ed Novick

En İyi Ses Kurgusu:Inception, Richard King

En İyi Makyaj:The Wolfman,Rich Baker-Dave Elsey

En İyi Kostüm:Alice In Wonderland,Colleen Atwood

En İyi Kısa Belgesel:Strangers No More,Strangers No More; Karen Goodman ve Kirk Simon

En İyi Kısa Film:God Of Love, Luke Methany

En İyi Belgesel:Inside Job,Charles Ferguson ve Audrey Marrs

En İyi Özel Efekt: Inception, Paul Franklin, Chris Corbould, Andrew Lockley ve Peter Bebb

En İyi Kurgu:The Social Network; Angus Wall ve Kirk Baxter

En İyi Şarkı: Toy Story 3 - We Belong Together , Randy Newman

En İyi Yönetmen:Tom Hooper - The King's Speech



En İyi Kadın : Natalie Portman - Black Swan (Nina)



En İyi Erkek: Colin Firth - The King's Speech- Bertie




En İyi Film:The King's Speech

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails