30 Aralık 2010 Perşembe

2010 biterken

Koca bir yılı düşünüyorum. Nasıl geçti? Evlendim. Dolayısıyla 2010'un hayatımda bir damgası var artık. Dügün ve ev hazırlıkları çok fazla zaman aldı. Düşündüm de, geçen kış ve baharımız hep aynı meşgulüyetlerle geçmiş. Evlenmek, evlilik hazırlıkları, düğün telaşı bence eğlenceli işler. Sonra defalarca verilen bekarlığa veda partileri, gelin olmanın arkadaşlar arasındaki o eşşiz yeri, her birinin etrafınızda pervane oluşu, hımm.. Sevgiliyle yeni bir başlangıç, yeni ev hayatı, yeni yeni eşyalar.. Sonra birden bekar konumundan evli kadın sıfatına geçiş. Sizin için hiç farketmeyen bir çok kavramın, başkalarının gözündeki değişimi, bunlara alışma süreci, alışamama süreci, ya da asla kabullenmeme süreci. Nüfus cüzdanının 29 yıldan sonra bir imzayla karakter değiştirmesi..

Tüm bu telaşlar içinde, bazı şeylere çok fazla zaman ayıramadım. Örneğin fazlaca kitap okuyamadım, 2009 yılı ve 2010 yılı okumak açısından nedense çok fakir geçti. Bu yüzden yeni yılda bol bol kitap okumak istiyorum. Şimdiden okuyacaklarımı sıraya dizdim bile. Arkadaşlarımı da epey ihmal ettim. Hatta biraz haksızlık etmiş bile olabilirim. Benim için o kadar koşturdular, yoruldular ama ben sonrasında epey ihmal ettim onları. Ama biliyorum ki, gerçek arkadaşlıklarda böyle molalar sorun olmaz. 2010 beni biraz değiştirdi de. 2009'da Sevgili Cumhur'un gidişiyle başlayan farklılıklar 2010'da biraz daha belirginleşti. Bu değişikliklerden şikayetçi değilim. Belki biraz karamsar yanı da var ama farkındalıklarımın artığını düşünüyorum. 2011'in yılından çok büyük beklentilerim yok ama artık hayatımda erlemelere yer olmaması gerektiğini kuvvetle farkındayım, ne de olsa artık ömrümün ortalarındayım. (ben artık genç değil miyim? - çok acıklı) Miskinliğimden kurtulabilirsem her şey daha güzel olabilir. Yeni yıl yeniden umut diyelim o zaman. 2010, 2009'dan daha iyi bir yıldı hiç şüphesiz, 2011 daha da güzel olur inşallah.

28 Aralık 2010 Salı

istanbuldan


Beşiktaş Şair Nedim Caddesinde, ortalarında bir yerlerde, Otantik Ev Tekstili mağazası - ben dükkanı tercih ederim- İstanbuldan, yukarıdaki şeker yastıklar, örtüler, el işleri, kolyeler, terlikler ve bir takım benzer şeyler barındırıyor. Sahibesi Meltem hanım da çok şeker. Yolunuz düşerse uğrayın..

23 Aralık 2010 Perşembe

Bizim Büyük Çaresizliğimiz


Barış Bıçakçı'nın  iki sıkı dostun, iki yıllığına evlerinde mecburi misafirliğe gelen genç üniversite öğrencisine olan aşkını anlatan kısacık ama tadı damağınızda kalacak romanı.

"birbirimize güneş kremi sürerken dışarıdan birine nasıl göründüğümüzü düşündüm. kıllı, göbekli iki koca adam. bizim olduğumuzu hisettiğimizden farklı, çok farklı görünüyor olmalıydık. bu acıklı gelmişti bana."

"bir gün biz de ihtiyarlayacağız çetin. zembereğimiz boşalacak. içimizde bakılacak, araştırılacak bir şey kalmayacak. biz sadece biz olacağız, ümitsizce kendimiz  olacağız. hastane binalarına hayranlıkla bakacağız: "buranın kardiyoloji servisi iyiymiş diyorlar." ilaçlarımızı plastik bir margarin kutusuna koyup yanımızda taşıyacağız."

Kitap, 2011 yılının Mart ayında (eğer ki bir değişiklik olmazsa) film olarak karşımıza çıkacak. Seyfi Teoman çekmiş, İlker Aksum,Taner Birsel ve Güneş Sayım oynamış. Vizyona girer girmez izlenesi ama bir yandan kitabın asıl güzel olan anlatımını nasılda görsele taşıyacaklar merak edilesi film.

Kitabı okuyun, satır aralarındaki naifliği, eşine rastlanmaz dostluğu, özündeki samimiyeti kaçırmayın.

21 Aralık 2010 Salı

hababam..

şimdi evde olmak, sıcak sıcak çayımı içerken, battaniyenin altından hababam izlemek istedim. basit bir istek ama vallahi de billahi de pek iyi gelirdi.

10 Aralık 2010 Cuma

calimero der ki;

Ah Calimero vah Calimero.Aklımdan geçip söyleyemediğim ve muhtemelen çoğunu asla söyleyemeyeceğim, beni üzen, sinir eden, bencillik eden, kendini bir şey sanan,konuşmayan, yada hiç susmayan,  laf sokan, hava yapan, içimi darlayan,  gerektiğinde koşmayıp, gerektiğinde de yalnız bırakmayan, bir rahat vermeyen, hep bana hep bana diyen tüm dost,eş, akraba, yakın insan ve yoldaki yabancılara.. "Ama bu haksızlık öyle değil mi?" diyorum.

Av Mevsimi


Bu filme yorum yapmayağım ben. Filmde Şener Şen var, Cem Yılmaz var, Okan Yalabık, Melisa Sözen var. Filmi de Yavuz Turgul yazmış yönetmiş. Daha ne olsun. Değil mi? Onlar da öyle düşünmüş, "daha ne olsun" demişler. Hata etmişler. İzlenir izlenir ama bu kargodan başka şey bekleyenleri hüsranı uğratır. Siz de izleyin sonra konuşalım..








precious


Henüz 16 yaşındaki Claireece Precious, Harlem'de babası tarafından teceavüze uğramış, çocuk doğurmuş, tekrar hamile kalmış, okulundan atılan ve aslında okuma yazma bilmeyen ve annesi tarafından zulmedilen  genç kızdır. Film başından sonuna acı yüklüdür ama Precious, umutsuzluğunun içinde hala umudur korur.

Filmi izledikten sonra, insan kendi mutsuzluklarını çok yapay buluyor , birden hepsi çok önemsiz görünüyor ve şanslı hissediyorsunuz kendinizi. Diğer yandan Prcious ile aynı kaderi yaşayanları aklınıza getirince isyan ediyorsunuz. Bin değişik duygu ile cebelleştiriyor kısacası.

Precious'un hayal kurduğu anlar içimi en çok acıtan anlar oldu benim. Haksızlık değil miydi bu hayatın adeletsizliği? Bu kadar acı yaşayan tüm insanlar için aklıma geldikçe dua ediyorum. Umarım hepsi için bir gün aydınlık görünür.


29 Kasım 2010 Pazartesi

Cevdet Bey Ve Oğulları


Kim ne derse desin, ister intihalci desinler, ister vatan haini desinler, aldığı Nobel ödülünü kalemi ile değil dili ile aldı diye haketmediğini düşünsünler. Ne zamanki bir Orahn Pamuk kitabı alsam elime, heyecanlanırım. Kitaba başlamak için en güzel zamanı beklerim.Kapağına bakarken bile meraklanırım. Kitaplarını hemen almak yerine, hayatımın geniş zamanlarına yaymak için aralıklarla alır, okumak için kendi iç dünyamdaki doğru zamanı beklerim. Cevdet Bey ve Oğulları'nı da özellikle almamış, okumak için bilmediğim zamanını bekliyordum ki, geçen ay kendime verdiğim onay ile kütüphanedeki yerini aldı ve geçen hafta nihayet okudum, ne yazıkki bitti.

Cevdet Bey Ve Oğulları, Orhan Pamuk'un ilk kitabi. Pamuk, kitabı 22-26 yaşları arasında yazmış. 1983 yılında da, kitap Orhan Kemal Roman Armağanı ödülünü almış ve edebiyat dünyasına da giriş yapmış olmuş.

Cevdey Bey Ve Oğulları, 3 kısımdan oluşuyor.1.kısım, bir günde geçer ve o bir günde Cevdet Bey'i bize anlatır.Onu anlarız, hayata, aileye, işine, ticarete ve ülkeye bakışını anlarız. Zaman, meşrutiyet dönemidir. Cevdet Bey, müslüman bir tüccardır ve çok çalışkandır. Tek hayali, bir fotoğraf karesindeki gibi güzel, büyük ve zengin bir aile kurmaktır. Abisi, Nusret hastadır ve Cevdet Bey'e benzemez.Cevdet Bey'in aksine siyasi bir mücedalenin içinde, Jöntürklerdendir ancak hastalığı nedeniyle zor günler geçirmektedir.

Kitabın 2. kısmında, Cevdet Bey'in hayatının 30 yıl ilerisine gider. Cevdet Bey, Nigan Hanım ile evlenmiştir ve   iki oğlu ile  bir kızı vardır ve işlerden elini eteğini yavaş yavaş çekmeye başlamıştır. 2.kısım bize, Cumhuriyet'in ilk yıllarını, o zaman insanlarını, kendi iç dünyalarını, zamanla ve dış dünya ile hesaplaşmalarını anlatır. Cevdet Bey 'in küçük oğlu Refik, arkadaşları Ömer ve Muhittin ve zaman zaman diğer karakterler tarafından sorulan asıl soru, hayatın anlamının ne olduğudur.Özellikle Cumhuriyet'in ilk yıllarına denk gelmesi, sorulan soruyu daha anlamlı kılar ve karakterleri daha çok zorlar. Her biri, sorduğu bu sorunun ağırlığı içindedir.

Kitabın 3.kısmında artık 1970'lere gelinmiştir. Cevdet Bey'in torunu, Refik'in oğlu Ahmet,artık apartmana dönüşmüş eski yalının, çatı katında, yaşar. Ressamdır. Evinden dışarı pek adım atmaz. Yine, son bölümde bir günde geçer. Alt katta babaannesi Nigan Hanım yaşar ve yemeklerini orada yer. Bize, satır aralarında, ailenin büyükleri hakkında bilgi verilir. Bence bu kısım, kitabın zayıf kısmıdır. Uzun uzadıya anlattığı kişilerin hayatları hakkında birer satırla  bilgi vermesi, beni biraz hayal kırıklığına uğratır..Kitap saki yarım kalmışlık  hissi uyandır.

Ama genel olarak çok keyifle okunan bir Pamuk eseri. Dili, sonraki eselerine göre çok daha sade.Cumhuriyet'in kuruluşundan 1970'lere kadar Türkiye'nin de sosyal ve kültürel değişimini ve gelişimini de anlatan, 3 kuşak aile hikayesi.

26 Kasım 2010 Cuma

can..

ben nasıl sevmem seni? sen benim dünyamsın.sen benim köprümsün hayatıma. hayatımı altüst etmiyorsam, sensin sebebi. sen en samimi, en gerçek dostumsun. en sevdiğim sensin. beni en çok seven. sen, en karanlık anımda, en sıcak yuvamsın. yalnız değilsem, sen olduğundan. çekip gitmiyorsam, beni bekleyen gözlerindeki kederi bilmemden. abartıyor muyum? abartmıyorum. az bile söylüyorum. seni ne kadar çok sevdiğimi bilemeyorsan diye içimdeki ateşi anlatamam kelimelerle. küçücük ellerinle, nasıl da kavrıyorsun bütün bedenimi. küçücük gözlerinle nasıl da akıyorsun içime. seni çok seviyorum can. sen benim canımsın. bin tane canım olsa, hepsini sana veririm. iyi ki varsın can. ben sana yetemem ama sen yetmekten ötesin can.

suçlu


yatağın sağ yanına  baktı.sokaktan gelen karmançorman sesler, kulaklarında bir uğultuya, beyninde bir acıya dönüşüyordu. aklı o kadar dolu,bu doluluk o kadar sakattı ki, kalksa yürüyemeyecek, ayakları tutmayacak gibiydi. yatağın sağ yanı doluydu. dolu ama boş diye düşündü. sonra elini uzattı, yastık soğuktu.gerçeklerle yüzleşmesi gerekti. "insan kendini ele verebilir mi" diye sordu. suçlusu oydu. başına gelenlerin tek sorumlusu oydu. yatak çarşafına bulaşmış kandan, kendi parmak izleri çıkardı. teslim olması gerekti, biliyordu. ama itiraf etmek ne zordu. üstelik itiraf edeceği biri de yoktu. zoraki güldü. sinirleri bozuktu. "düne nazaran daha iyiyim" dedi. dün sinirleri bile bozuk değildi. yüzündeki hiçbir kası oynamıyordu. ellerine kelepçe takacak biri olsaydı, suçunu itiraf etmek bu kadar zor olmazdı. önce itiraf etmeli, sonra kendi cezasını kendisi vermeliydi.asıl zor olan da buydu. kendisini hor görecek, tiksinecek, daha çok kaçmak isteyecekti. bununla yüzleşmeye cesareti yoktu. gözlerini kapadı. hayale daldı.
uyandığında saati kestiremedi ama oda kararmıştı. kalktı.koşturarak tuvalete gitti.işini bitirip ellerini yıkarken, aynaya bakmadı. mutfağa geçti. her yer, insanın gözüne batacak kadar temizdi. sanki evde kimse yaşamıyordu. kimse yaşamıyor ama her gün biri gelip temizliyordu. bir otel odası gibi..kişiliksiz  ve tertemiz. gittiği tatillerdeki otel odalarını hatırladı. gülümsedi. akşama kimi çağırsak diye düşündü. salondan maç sesi geliyordu.salona geçti. "akşama kime çağıralım canım" diye sordu, kanepede uzanmış sevgilisine. konuşmaya başladılar.aklından geçenlerle, ağzından çıkanlar arasındaki komediye isterik şekilde güldü. sevgilisi aldırış etmedi yada farketmedi. bilemedi. bilse de önemi yoktu.önce kendisiyle konuşması lazımdı. bu yüzden başkalarıyla hep susuyordu. kendisine söylemeyemediği gerçekleri, başkasına anlatamazdı. yalan söyleyecekse de, konuşmanın bir anlamı yoktu.birileri gelsindi, kim olduğu farketmezdi. birileri gelsindi, o mutfakta, hiç sevmediği, tadına bile bakmayacağı yemekler yapsındı. çok beğensinlerdi, övsünlerdi. ne becerikli olduğunu söylesinlerdi ona. ondan bundan aldığı tariflerle, bir kase  mantar, bir kase  biber, iki  kase et, biraz yağ biraz salça, üzerine de kaşar dökmeyi becerdi diye, kendini işe yarar hissetsindi. bu akşamda hayatın bir anlamı olsundu. mutfağa geçti.içerden sevgilisinin telefondaki sesi geliyordu. mantarları suya batırıken, tatlı olarak ne yapacağını düşünüyordu.

25 Kasım 2010 Perşembe

Groundhog Day

phil: something is different.
rita: good or bad?
phil: anything different is good!
Her gün aynı güne uyanan Phil, yaşadıkları ve değişimi.. Zeki, eğlenceli, komik ve duygusal..

22 Kasım 2010 Pazartesi

Deli Bal


Pelin Buzluk'un öykü kitabı Deli Bal ansızın karşıma çıkmış ve beklemediğim akıcılıkla beni şaşırtmıştır. Öyküler söz konusu olunca fazlasıyla müşkülpesent olmama rağmen, dilini ve merak uyandıran öykülerini sevdiğim Deli Bal'ı atıştırmalık olarak tavsiye ederim.

Pelin Buzluk'un 2010 Yaşar Nabi Nayi Öykü Ödülü'nün de sahibi olduğunu ayrıca hatırlatayım.

Ağaçkakan



Tahttan indirilmiş bir hanedanın son varislerinden Prenses Leigh-Cheri, yaşadığı son aşkta aldığı gönül yarası sonrasıi kendini doğanın korunmasına adamaya karar verir ve Hawai'deki Çvre Şenliği'ne katılır. Burada, uçarı, sıradışı ve bombacı Bernard Mickey Wrangler namı-ı diğer Ağaçkakan ile karşılacak ve hayatı yön değiştirecektir. Beklenmedir bir zamanda ve mekanda, beklenmedik bir adama - kanunkaçağı olmakla guru duyan- aşık olacak ve aşkından uzak kaldığı zamanda aşkı kalıcı kılmanın yollarını arayacaktır.

Kurgusu,betimlemeleri, zekası ve farklı karakterleriyle yazarın zengin hayal gücünü de ortaya çıkarmış olan kitap, dürüst olmak gerekirse bana hitap  etmiyordu ama karamizah seviyorsanız ve bir Tom Robbins sever iseniz, siz sevebilirsiniz.

11 Kasım 2010 Perşembe

ev tatili

Yaşasın bugün eve gidiyorum.
Bol bol tadını çıkarıp huzurun , çokca huzur toplamaya gidiyorum.
Herkesçiklere iyi bayramlar!

7 Kasım 2010 Pazar

hayali

bana umut verdiğin için seni çok seveceğim..
beni sevdiğin için ,
her gece yatmadan önce
en son seni öpeceğim.

her gözümü kapattığımda,
her içimi çektiğimde
yada her arkamı döndüğümde gerçeğe
kaçıp sana geleceğim.

kimse bilmeyecek..sen bileceksin.

2 Kasım 2010 Salı

Mülksüzler

Urras adındaki eski dünyadan, anarşist ve isyancı Odo, kendi gibi düşünen insanlarla birlikte , Urras'ın uydusu sayılabilecek Annares'e göç edince,  iki farklı dünya oluşur. Eski dünya olan Urras, kapitalist,  devletçidir.  Yeni dünya anarşistlerden oluşan, hükümeti, yönetimi, mülk kavramı olmayan Annares'te para yoktur, sahiplenilme ve sahiplenme yoktur, akrabalık ilişkileri yoktur, herkes kardeştir, her şey paylaşılır.

İki dünya arasındaki farklılıklar anlatılırken, kadın erkek ilişkileri, cinsellik, yaratma ve çalışma kavramları, yargılar ve daha onlarca şey hikayenin içinde akar gider ve bir çok yerinde kendinizi okumayı bırakmış ve düşünmeye başlamış bulabilirsiniz.

Ütopik olarak yaratmış olduğu dünyayı, ilerleyen sayfalarda karakteri  Shevek ile sorgulayan ve insanlığın hala en iyisini bulamadığı gerçek hayata uygun olarak, kör bir inanışla yarattığında iddia etmediğ iiçin veya onu bize pespembe göstermediği için ayrıca sevdiğim kitap, önce sorular sormuş, sorulara cevap olarak başka bir dünya yaratmış ancak daha fazla soru sorarak bitmiştir.

"Bence bu kitabı herkes okumalı" diyebileceğim ender kitaplardan..

1 Kasım 2010 Pazartesi

pzt

Yeni bir hafta başladı.
Aklımda balonlar şişirip havaya bırakıyorum. Gerçekte bütün balonlarım patlıyor.
Dün kitap fuarındaydık, güzel güzel kitaplar aldım, mümkün olsa daha da çok alırdım. Sevgili amonka'ya çok teşekkürler yeniden.
Hava hafif serin, biraz güneşli. İçim çok hüzünlü ve çok sıkıldım aslında bu hüzünden.
Uzaklardan güzel bir mail aldım ama, içim ısındı biraz.
Biraz hayal, biraz uyku.Kurulu başka alem oyunundayım..

16 Ekim 2010 Cumartesi

domatesli ekmek

Çok sevgili blog takipçilerim(hah siz yoktunuz değil mi) bu sabah kahvaltıda domatesli ekmek yaptım ve ilk kez sizinle bir tarif paylaşayım dedim. haha .. vasat hayatımdan ancak bunu yazmaya layık buldum. (ne mutlu size)

öncelikle bir kapta 1 yumurta, bir kase kadar beyaz peynir,bir tutam maydonoz, biraz pul biber, küp küp doğranmış domates ve yeşil biber veya kırmızı biberi az biraz tuz ve zeytinyağı ile karıştırın, bulamaç haline getirin. sonra ince ince kestiğiniz  ekmek dilimlerin üzerine sürün ve maksimum derecede 20 dakika fırında pişirin. sonra afiyetle eğer ki var ise sevdiklerinizle güzel sohbetler eşliğinde yiyin. (bunun tarifi yok )

günün sözü eklemek istedim. dur düşüneyim..hmm. düşündüm düşündüm.  kuru ekmekte olsa yediğin, sevdiğin ile  bal kaymaktır yediğin..hahah.. beceremedim. ama bence anlaşıldı.

13 Ekim 2010 Çarşamba

This is England

http://amonka.blogspot.com/2010/09/shane-meadows-ile-this-is-england-ve.html tavsiyesi ile izlendi. yeteri kadarı amonka tarafından soylendi.

9 Ekim 2010 Cumartesi

kabuğunda..

İnsan kendine yabancılaşır mı? Yada en sevdiklerine? Yaşadığı hayata? Oluyor bazen.. Kendi yaşadığın hayatta, başkasının çektiği bir filmin figüranı gibi, başrolde olduğunun farkında olmadan, serüvenin kendiliğiden akıp gitmesini beklerken buluyorsun bazen. Sesini duymak istemiyorsun kendinin yada kolunu kaldırmak. Günaydın demek içinden gelmiyor, gün aysın istemediğinden. Değişsin yada düzelsin yada daha iyiye gitsin diye çabalamak istemiyorsun. Hatta başkası bile çabalasın istemiyorsun. Sadece tek kare görünen, önemsiz bir karakter gibi, unutulup gitmek istiyorsun..

Umudunu kaybettiğinden mi?
Yorulduğundan mı?
Beceremediğinden mi?
Küstüğünden mi?

Kayboluyorsun..

27 Eylül 2010 Pazartesi

Coco Avant Chanel

 Coco Chanel'in başarıya giden inatçı öyküsünün alatıldığı bir biyografik film. Asıl adı Gabrielle olan Chanel, yetimhanede büyür. Şarkıcılık yaparak para kazanmaya çalışan Chanel, Coco adını söyledği bir şarkıdan alıyor ve daha sonrada Coco olarak anılmaya devam ediyor. Dönemine göre oldukça aykırı düşüncüleri ve kişiliği olan Chanel, giyim tarzı olarak da klasik kadın kıyafetlerini giymeyi reddediyor  ve kendisine daha rahat ve daha sade kıyafetler dikmeye başlıyor. İçinde zaten varolan başarma hırsı, bedeli ne olursa olsun ödemeye razı olan kararlığı, sonunda onu Coco Chanel yapıyor.

Audrey Tautou, her zamanki gibi çok başarılı. Filmde her şey uyum içinde, mekanlar, müzikleri kıyafetler.

Acaba gerçekten isteyince insan her istediğini yapabiliyor mu?

Hachiko : A Dog Story


Olağanüstü bir sevgi! Şu anda bile Hachi'yi düşünürken gözlerim yaşarıyor. Onun sevgisini, sadakatini, sahibine olan aşkını, bağlılığını her köpek sahibi bilir, anlar. Filmi abartı bulabilecek olanlar olacaktır, köpek beslemeyen veya sevmeyenler arasından. Ancak hatırlatmak isterim ki film gerçek bir hikayeden alınmıştır.

Hachi, 1923-1935 yılları arasında yaşamıştır. Tokyo'da Nihan Wa Shibya istasoyonuna heykeli yapılmıştır. Bir gün orayı ziyaret edebilmeyi çok isterim. Eminim ki gördüğüm an, yine ağlamaya başlarım.



Dünyadaki hiçbir canlının, bir köpeğin size hissettirdiklerini hissettiremeyeceğini düşünüyorum. Hachi her aklıma geldğimde, Çiko'ma daha çok sarılıyorum.




20 Eylül 2010 Pazartesi

jerry'den k.k'a..

Sen benim kim olduğumu bilyor musun? Sana diyorum! Öyle ezip geçemezsin beni. Altına alıp, zıplayamazsın üstümde. Ben onca acıyı sen beni yeniden unufak et diye çekmedim! Boşuna direnmedim karabasanlarına kötülüğün. İşim var benim, acelem var. Yetişmem gereken güzel günlerim var. Küçük bir çocuk gibi, burnumu kapatıp ağzımı açarak, salamazsın zehirini içime. Boşuna uğraşma. Küçük korkak kız değil senin karşındakini. Sen benim aklımla başedemezsin. Sen benim hayallerimi bitiremezsin. Kafamı kurculayabilirsin, kırıntılarını serpiştirip beynime karıncalarını çağrıbalirsin ama erişemezsin meyve ağaçlarıyla dolu bahçeme. Bulamazsın göl kenarındaki evimi. Bana sımsıkı sarılan sevdiğimi ayıramazsın bedenimden. Göremezsin, bulamazsın beni. Ben istediğim zaman kaybolurum. Ben istediğim zaman gülümserim. Senin gerçeklerin beni yalancı çıkarmaz, uğraşma boşuna.

Sen benim kim olduğumu biliyor musun kara kadın? Ben senden önce de vardım. Seninle daha çok varım. Hadi al karalarını da git.

14 Eylül 2010 Salı

dünyaaa!

bana süpriz yapsana hayat. hadi güldür beni, sev beni, şaşırt beni. üzme beni. hadi ama hadi. bekleyemem seni. mutlu etsene beni, dünyaaaa! benim için dönsene diyorum sana!

13 Eylül 2010 Pazartesi

The Good Heart


Yaşlı ve  huysuz Jacques, son kalp krizi sebebiyle yattığı hastanede, fakir, evsiz ve iyi kalpli Lucas ile tanışır ve sahip olduğu ve entresan kurallar ile işlettiği barını, bırakacak kimsesi olmadığı için karşılaştığı ve sevdiği bu gence bırakmaya karar verir. İkilinin arasındaki etkilişim süper dialoglarla anlatılıyor.Filme yakıştıramadığım tek nokta April oldu. April'in filme dahil olması biraz gerçek dışı idi ama uzaklaşma sahnesi süperdi.

Tolstoy'un Efendi Ve Uşak hikayelerinden sonra takip eden bir film olarak birbilerine de çok yakıştılar.

kendime dipnot : yönetmen : Dagur Kari

Away We Go


Burt ve Verona doğacak çocuklarını büyütecekleri daha güzel bir şehir ve ev aramak için Amerika'ın farklı yerlerine seyahate çıkarlar. Gittikleri yerlerde tanıdıkları ile görürşerek şehir ve aileler hakkında bilgi sahibi olmaya çalışırlar.

33 yaşına gelmiş ama henüz hayatlarını rayına oturtamamış, üstelik çocuk bekleyen çiftin, birbirleriyle olan ilişkisi çok sıcak ve insanı imrendiryor.  Zaman zaman içine düştükleri umutsuzluk çok olağan ve çok gerçekçi anlatılmış.  Bence biraz orta yaş filmi diyebiliriz. Genç seyircilerin tahminimce daha sıkıcı bulacağı bir hikaye. Ama insan 30'larındakyen biraz daha farklı bakıyor. Kaybolmuşluk ve arada kalmışlık duygusu artıyor. Gençlik hayalleri ile günün başarısızlıkları insanı başka dğnyaların arayışına sokuyor. Üstelik bir de bebek gelecekse.. Filmin sonunda bebekleri için birbirlerine verdikleri sözler bölümü de şekerdi. Ben sevdim.




Efendi Ve Uşak




Tolstoy'un 3 hikayesinin yer aldığı Efendi Ve Uşak'ta, mal hırsı, iyilik ve zalimlik anlatılıyor.İnsana bakışı ile romanlarındaki tadı veren hikayeleri okurken, ünlü yazarın bugünün insanını da görüp yazabilmesini çok istedim.

3 Eylül 2010 Cuma

Eylül.

Gözü yaşlı geldi Eylül, İstanbul'un terden sırıksıklam olmuş koynuna. Başını omzuna dayadı, ısındı biraz, biraz bıraktı ağlamayı, biraz gülümsedi, sonra yine anımsayıp, içine doğuştan serpiştirilen hüznü, yine ağladı. İstanbul elinde olsa tüm çocuklarını tutar yanıbaşında, arka bahçesinde yarenlik yaptırırdı Eylül'üne. İçlerinde en çok ona kıyamazdı. Hüzünlerin melankolik kızıydı Eylül.Şiirleri özlem kokardı, yanıbaşında dursa da sevdiği, güneş gözüne de girse, şalı eksik olmazdı omuzlarında, kalabalıkta olsa yalnızdı, tatlı da olsa ekşiydi tüm yedikleri. Elinden emziği alınmış küçük bir çocuk gibiydi.

Ama güzeldi. Tüm erkekleri peşinden koşturacak kadar güzeldi Eylül. Ne bir ruja, ne süslü bir bluza ihtiyacı vardı. Sadeliği ve hüznüyle bir presnses gibiydi.. İçlerinde en güzeli oydu.

31 Ağustos 2010 Salı

Şizofreni Yalnız Oynanmaz




Şizofreni Cenk'in yarattığı Deniz, ona Cenk'in Deniz'e olan şizofreni aşkıyla yarışır aşkla bağlı sevgilisi Selin ve günümüz aşklarını sembolize eden karakteriyle Deniz'in arasında geçen delilik ve aşk kitabı. İlk 96 sayfasında her cümlede  başka yerde rastlaşmadığımız betimlemeler, benzetmeler bizi bekliyor. İnsanı içten içe karamsarlığa sürükleyen bir tarafı da var. Aklınızdan çıkmayacağı kesin. Belki 2. bölüm daha farklı ilerleyebilirdi ama yazarın tercihi başka  olmuş. İlk bölümle şizofreni dünyasına girince insan, ben daha deli bir son beklemiştim.


29 Ağustos 2010 Pazar

garip..

 Geçen sene bu zamanlarımız kalmadı artık. Üzerinden yıl aktı. Yıllar akacak daha. Bir fotoğraf karesi oldun. Bir varmış bir yokmuş gibi.. Bir garip oldu.
Sen ne oldun?

beni sev

Sev beni
Beni sevme
Sev beni
Sevme beni
Benim gibi sev
Ya da sevme beni..

Dokun bana
Bana dokunma
Gezinsin ellerin tüm vücudumda
Çek ellerini
Dokunma bana
Dokun bana
Benim istediğim gibi
Ya da çek ellerini
Dokunma bana..

Severek dokun bana
Benim bildiğim gibi
Senin istediğin gibi değil
Dokunurken daha çok sev,
Severken daha çok dokun
Aklımı alacak gibi dokun
Aşkımı yakacak gibi
Alıp aklımı başımdan
Akılsız bırakacak gibi dokun
Ya da dokunma
Sevme beni..

Aşkın Menopozu

Aşk menepoza girdi
Daha genç yaşında, otuzuna varmadan
Sıcaklar bastı, terler aktı alnından
Soyundu çıkardı üsündekileri
Sevgilinin soymalarına doyamadan

Depresif sözlere vardı dili,
Şarap ve tutku şiirlerini yazamadan henüz
İçine akamadan sevgilinin
Dönüp arkasını yatar oldu duvara karşı,
Küskün  ve yitik..

Kanatları kırıldı tüm iç organlarını mesken eden kuşların,
Delicesine kanat bile çırpamadan,
Ansızın giriveren menopoz mezarlığında
Gözü açık kaldı heyecanları..

Bırakıp terkeden sevgilisinin ardından
Doğmamış çoçuklarına ağladı aşk..
Fotoğraflardaki çoşkulu aşk hallerine bakarken
Kendine ihanet eden menopoz haline ağladı aşk.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

hayyam'dan

Sevgili, seninle ben pergel gibiyiz
İki başımız var, bir bedenimiz
Ne kadar dönersem döneyim çevrende
Er geç başbaşa verecek değil miyiz?

Kim demiş haram bilmez Hayyam
Ben haramla helali karıştırmam
Senle içilen şarap helaldir
Sensiz içilen su bile haram

Ne sen sensin, Ne de ben ben,
Ha sen sensin. Ha ben ben,
Hem sen sensin, Hem de ben ben.
Kim Söyler misin? Nedir? O sen, ben


Ömer Hayyam

26 Ağustos 2010 Perşembe

haftanın filmleri


Yalanın henüz insan kalbine ve beynine musallat olmadığı bir başka dünyada, başarısız, çirkin ve "loser" olarak sıfatlandırılan Mark, işinden kovulduğu ve evinden atıldığı bir gün, bankada kalan son 300 dolarını çekmek için bankaya gittiğinde sistem arızası sebebi ile kaç lirası olduğu görülemeyip kendisine sorulduğunda,  birden 800 doları olduğunu söyleyiverir. Bankadan elinde 800 dolarla çıkan Mark, yalanı keşfetmiştir ve artık hayatı değişecektir.

İlk yarım saatinde hayatımın filmlerinden bir olmaya aday görünen film, süper konusuna rağmen konuyu aşka kaydırınca benim açımdan favoriler olma konusunda şansını kaybetmiş olsa da, izlemeye değer, eğlenceli bir film. Tavsiye edilir.


Boşanmış çiftin yolları, ödül avcısı Boyd'un eski eşi Nicolê'un işi gereği peşine düşmesiyle tekrar çakışır. Koşuşturma, didişme derken elbette yakınlaşmalar da olur. Alıp izlemeye değmeyecek ama TV'de karşılaşırsanız izlyebileceğiniz sıradan bir komedi filmi.




Yıllar önce seyrettiğim filmi , 2.kez izlememe rağmen yine aynı keyfi aldım.Hayvan davranışlarını inceleyen Ethan Powell, bir süre sonra gorillerle yaşamaya başlar. Ancak bir gün ormana giren avcılar tarafından goriller öldürülür ve Ethan onları korumak için mücadele eder ama başarılı olamaz. Koruma esnasında insanları öldürğü iddiası ile hapishaneye giren Ethan'ı, hapisten çıkarmak isteyen Dr. Coulder Ethan'la seanslara başlayacaktır.

Imdb puanı 6.2 olan film bence en az 7.5 puanı hakediyor. Hala izlemediyseniz mutlaka izleyin.



2010 En İyi Erkek Oyuncu ödülünü filmdeki Bad Blake filmi ile alan Jeff Bridges'in ödülü haketmiş olduğuna kesinlikle katılıyorum. Oyuncu şöhretinin son demlerindeki Country müzik şarkısıcısı Bad Blake'i canlandırmamış adeta kendisi olmuş. Ayrıca filmde çalınan müzikler tam zamanında ve kıvamında tutulmuş.

Konusu itibarıyle sevgilimin The Wrestler'a çok benzettiği (ben izlemedim) filmde Bad Blake artık ayırt etmeden her mekanda çalan, parasız ve alkolik bir adamdır. Çaldığı barlardan birinde kendisiyle röportaj yapmak isteyen Jean  ile yakınlaşır.

Filmde genelde yakın çekim var. Kamera sürekli olarak Bad Blake'in üzerinde. Ve Bad Blake hiçbir sahnede Jeff Bridges olmuyor. Süper karakter sıradan ama  sıkıcı olmayan bir hikaye.
Tavsiye edilir.

22 Ağustos 2010 Pazar

Body Words


Gunther Von Hagens tarafından keşfedilen plastination yöntemi ile çürümez hale getirilen ve vasiyet olarak kendileri tarafından bağışlanan insan bedenlerinin sergilendiği Body Worlds sergisi Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri arasında İstanbul Antrepo 3'te  meraklılarını bekliyor. Tek insan anotomisi sergisi olan serginin giriş ücreti 25,00 TL ve  görülmeye değer. Hepinize tavsiye edilir.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Body Of Lies


Roger Ferris, Abd ajanıdır.Arap dünyasındadır.  Ed Hoffman, Ferris'e evinden talimaltlar yağdıran duygusuz Bir CIA'lidir. Amaç bir teröristi yakalamaktır.

Klasik bir Amerikan Filmi diyorum artık. İyi Amerikalılar, kötü Araplar. Filmde Arap teröristler Hristiyan oldukları için eylemler düzenliyor gibi gösterilmiş. Müslümanlığın güzel şekilde işlendiği bir Amerikan filmi hatırlamıyorum. Hepimiz kötüyüz, hepimiz teröristiz yada bütün teröristler Müslüman. Aksiyon filmi olarak yorumlayacaksak olursak başarılı film, sürükleyici ama Amerikan popülistliğinden hoşlanmıyorum. Hep mi onlar iyi polis?

Bir de şu var; Leonarda Di Caprio hep aynı karkteri oynamıyor mu? Hangi oyandığı karakter aklımda yer edindi diye düşündüm de bulamadım.

Cesaretin Var Mı Aşka?- Jeux D'enfants


Julien ve Sophie küçükken bir oyuna başlarlar. Oyunun sembolü olan kutu her kimde ise, diğerinden bir şey yapmasını ister. İsteği yerine getiren kutunun da sahibi olur ve isteme sırası ona geçer. İsteklerde sınır veya kural yoktur. Büyüdüklerinde de aynı oyunu oynama devam edeceklerdir ancak eskisi kadar masum kalmayacaktır oyunlar.. İki gencin dostluğunu, cesaretini ve aşkını anlatan filmde iki Fransız oyuncu da, Guıllaume Canet ( Julien) ve Marıon Cotıllard (Sophie ) son derece başarılı.


Ben filmi ilk çıktığı zamanlar seyretmiştim. Dün D&R'da bakınırken sevgilimin izlemediğini öğrendim ve beraber izlemek için aldım. Eğer filmi daha önce izlememiş olsaydım hiçbir şey yazamazdım. Çünkü altyazısı berbattı. O kadar saçma, o kadar eksik, o kadar yanlış çevrilmiş ki anlatamam. Korsan Cd'ler bile daha başarılı çeviri yapabiliyor. Hadi diyelim altyazı kötü çıktı gidip değiştirebiliyorsun. KORSANA KESİNLİKLE HAYIR DİYORUM. Yok dvdler çok pahalı, kitaplar el yakıyor bahanesiyle korsan almayı destekliyor değilim. Hiç almadım değil, öğrencilik yıllarımda aldım. Hala suçluluk duyarım. Hatta öyle ki elimde korsanı olan dvdlerin orjinallerini almaya gayret ediyorum yavaş yavaş hepsini orjinalleri ile değiştirmiş olacağım. Bu arada konuyu dağıttım ama korsana karşı olmamım ilk sebebi, birileri hırsızlık yapıor ve siz de bunun bir parçası oluyorsunuz. Emeğe saygısızlıktan da çok canımı sıkıyor bu benim. Neyse.. Demek istediğim şu. Ben şimdi elimdeki bu işe yaramaz dvd ile ne yapabilirim? D&R' a götürüp geri mi vereceğim? Sanmıyorum ki alsınlar. Yada yayın hakkını elinde bulunan şirkete mi gitmeliyim? Bilgisi olan varsa paylaşsın lütfen.

20 Ağustos 2010 Cuma

The Proposal


 Margeret, sınır dışı edilmek üzereyken, asistanı Andrew'ü kendisi ile evlenmeye mecbur bırakır. Öncelikle Andrew'ün ailesine ziyaret etmek ve göçmen bürosunu evliliklerinin samimiyetine inandırmak zorundadırlar.

Fazla söze hacet yok aslında, eğlenceli ama sıradan bir duygusal komedi. Sandra Bullock'un role yaşlı kaçtığını düşünenlere katılmamakla beraber, Ryan Reynoldsun harika bir performans çıkardığına inananlara anlam vereiyorum. Çoğu sahnede, "hadi ama yüz ifadeni değiştir" diye bağırmak geldi içimden. "Definetely, Maybe"  de izlemiştim kendisini,mutlaka başka filmlerden de biliyorum ama şimdi hatırlamıyorum. "Definetely, Maybe" hoş filmdi ama Ryan Reynolds'a daha bir dikkat edeceğim tekrar izlersem. Two Guys dizisini de izlemedim. Lafın kısası, dikkatimi üzerine çekti kendisi. :P

Çok yorgun olduğunuz yada canınızın sıkkın olduğu bir akşam izlencek filmlerden diyelim..

19 Ağustos 2010 Perşembe

karıncalar

bir bakış, bir ses alıp götürdü  kötü anılara. kaybolmak istedi.  gözlerini kapattı, kimse görmesin diye.  sustu kimseyi duymamak için. canı acıyordu. canı acırken vücudunun yandığını hayal etti. önce kollarında başladı yavaş yavaş tüm vücuduna yayıldı alevler. ama dokunamadı kafasındaki karıncalara. onlar tüm geçmişin kötü anlarını bir bir taşıyordu bugüne. kaçamadı onlardan. duymamak için inlemeye başladı. olmadı. ağladı. sonra ağlamamalıyım dedi. ben güçlüyüm. yalnız da kalsa kocamandı o. gördüler kapının aralığından yataktaki kıvranan halini. tahammül edemediler. acısı bile sahte geliyordu onlara. kapadılar kapıyı üzerine. kalktı kapattı perdesini odanın. sustu günlerce. sessizlik kılıç gibi kesti gerçekliğini hayatın. korkuyordu ama cesur bakışlar takındı. acıyordu içi ama gülümsedi zoraki. hakettiğin alacağı günün hayaline daldı..

günler geçti. haftalar. aylar geldi geçti. yıllar devrildi. hakettiğini alacağı günü beklerken hala, belki de bir bok haketmiyorum diye düşündü.sonra kafası karıştı. hangisi bugün hangisi geçmişti bilemedi..

12 Ağustos 2010 Perşembe

hiçlik

Nasıl sıkıntılı içim.Nasıl acıyorum her geçen güne? Kaçırıyorum sanki bir şeyleri. Yaşlanma telaşı da aldı şimdiden beni. 30'a 1 kala, sanki hiç bir şeyi beceremedim. Boşuna yaşadım sanki. Çok önemsiz çok küçük bir noktayım! Ne önemli yapar insanı onu da hiç bilmiyorum aslında. Ama yine de içimden bir ses,"başka türlü olmalıydı" diyor. Başka türlü olmalıydı!

Dürüst olunca insan kendine, çok eksik görüyor, çok başarısızlık. Çoğu zaman da olmuyoruz ya.Kendimizden bahsederken bakıyorum da..Ooo neler neler? Düşündüm sabah Çiko'yla gezerken, neleri yarım bıraktım diye. O kadar az şeyi denemişim ki, yarım bıraktıklarım bile çok az. Ona bile hayıflanamadım anlayacağınız. Utanıyorum kendimden, yazarken daha da çok utandım.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

gibi..

bayatlamış ekmek gibiyim, atsam atılmaz, yesem yenmez..
küçülmüş yeni kazağım gibi
giysem giyilmez, versem kıyılmaz..
eski sevgiliyle çekilmiş fotoğrafta artist gibiyim
göstersen gösterilmez kimselere de, yırtsam yırtılmaz
içine tuz katılmış şekerleme gibi biraz
yanmış bol kaşarlı tost gibiyim
amblemi olmasa en fiyaka çantayım
altyazısı eksik en popüler filmim biraz
kullanma klavuzu olmayan son model telefon gibi
akşam yorgun argın eve geldiğinde
eskimiş en rahat koltuğum
elde kalan bozuk nostaljik radyo
biraz da sandıkta bekleyen  danteller gibiyim
arızalı bir zihin ve  üşengeç bir bedende
biraz sen gibiyim, biraz senden öteyim..

5 Ağustos 2010 Perşembe

can sıkıntısı, can sıkıntısı!sıksam canın çıkar mı?


İnsanın neden canı sıkılır? Can sıkıntısı nasıl bir hastalıktır ki, ne kaynağı bellidir ne de ilacı. Canım film izlemek istemiyor, kitabımı elime alamıyorum. Gezmek tozmak  desen, kimsenin canı çekmiyor, zira İstanbul kavruluyor. Arkadaşlar muhabbate uğrasa kitleniyorum, onlar yokken ağzımı bıçak açmıyor. Her şey dahil Avrupa Seyahati hediye etseler, yüzümde tebessüm oluşmaz. Öylesine isteksizim, öylesine sıkkınım.

Hiçbir şeyden çekmedim can sıkıntısından çektiğim kadar. Çaresini bilen var mı? İnsan canı sıkılınca nasıl bir strateji izlemeli? Aslında yeterince ciddiye almadığımız bu hastalığın, ömürümüzün kaç gününü ziyan ettiğini bir düşünün. Birlik olmak lazım. Kendimi gözlemlemeye karar verdim. Can sıkıntıma ne kadar yeniğim?

Tamirane'de Jazz

Çimen kokusuna jazz .. Ben gidemesem de siz gidin..

tamirane

       Yer: Santral İstanbul
       Kazım Karabekir Cad No:2/8 Eyüp

        8. Ağustos : Morning Jazz Sessions - Project Chet Baker
        15. Ağustos : Morning Jazz Sessions - Jehan Barbur Quarter
        22. Ağustos: Morning Jazz Sessions - Funkbones

1 Ağustos 2010 Pazar

Müthiş Dahiden Hazin Bir Eser


Alışılmadık bir kitap.Çok sevebilirsiniz, çok sıkılabilirsiniz. Yarım bırakabilir yada bittiğinde üzülebilirsiniz. Her kitapseverin okuması tavsiye olunur.

Anne ve babasını kısa zaman aralığında kanserden kaybeden kahramanımız, sonraki yaşamını  tabiri caizse ağzından gelen şekliyle okuyucuya aktarıyor ve daldan dala konarak bize tüm hayata bakışını, duygularını, kayıplarını ve gelgitlerini yansıtıyor.Sorumluluklarını gözardı etmediği gibi   hayallerinin de peşini bırakmıyor. 

Zeki, ilginç ve olağandışı..  

31 Temmuz 2010 Cumartesi

Confessions Of A Dangereous Mind


Ülkemizde Saklanbaç olarak yayınlanan  yarışma programının ve benzeri bir çok programın yapımıcısı Chuck Barris, kendi hayatının ikilemleri sonucu az biraz kafayı sıyırmış halde, hatalarının hafiflemesine yardımcı olması umuduyla hayatını yazmaya başlar. Yarışma programlarıyla ün kazanırken, bir yandan CIA çin çalışan Chuck, sonunda gülen ve öldüren bir adam olmanın psikolojik karmasaşı içinde kalacaktır.  

Sam Rockwell'in son derece başarılı oynadığı başrolüne rağmen, adının Drew Barrymore , George Clooneyve Julia Roberts'dan sonra gelmesi hoşuma gitmedi. Ama ün seviyesi böyle komik durumlara yol açabiliyor. Film, George Clooney'in ilk yönetmenlik denemesi aynı zamanda. Görüldüğü üzere, diğer pek ünlü dostları da kendisine destek vermiş. Brad Pitt ve Matt Damon da filmde salambaç yarışmacıları olarak 2 saniye gösteriliyor. Demek ki seviliyor Clooney.:P 

Imdb puanı 7.1. Bence de  haketmiş.


30 Temmuz 2010 Cuma

Inception


İnsanların rüyalarına girerek, bilinçaltındaki sırları çalabilen Dom Cobb, son işinde aynı yöntemle başkasının rüyasına girerek, fikir yerleştirmek zorundadır. Ekibini kurar ve işe koyulur.

Kurgusu, senaryosu gayet başarılı olan film, seyircileri tarafından da şimdiye dek çok olumlu tepkiler aldı. Filimi her ne kadar başarılı bulduysam da, imdb üzerinde 9.2 kadar yüksek puanlamayı hakettiğini düşünmüyorum. Muhtemelen puan da sabit kalmayacak düşecektir. Artık bir süre sinema dünyası şunlara ara versin derim ben;
- bedenin uyku halinde olması ve yansımanın diğer alemde canlılığı
(zihni başka türlü şekillendirsek )
- hareket katmak veya eksiklerin üzerine örtmek sebepli veya aklımızın ermediği başka bir sebeple de olabilir, zeki ve riskli planların aksiyon sahneleri ile geçiştirilmesi
-seyirciler tarafından farklı şekilde yorumlanabilecek sonlar

2000'li yılların başlarından beri böyle filmelere doyduk. Eskiden olduğu gibi şaşırmak istiyoruz artık. Yada sadece romantik komedi izleyip, bildik kurgulara farklı simalarda gülüp, duygulanmak..

Bu arada filmi de sabote etmiş gibi olmayayım, film oldukça başarılı.Övgüler yanıltmasın sizi de benim gibi diye..
Yönetmen : Christopher Nolan (the dark knight ve memento'dan hatırlarız kendisinini)

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Employee Of The Month


Başlangıçta hayatta istediği her şeye sahip görünen David Walsh'ın bir günde hayatı alt üst olur.  İşini kaybeder, sevgilisi terkeder, arabası çalınır. Acınacak haldedir. Öyle midir gerçekten?


27 Temmuz 2010 Salı

Up In The Air


6 dalda Oscar adayı gösterilen, Jason Reitman'ın yönettiği, George Clooney, Anna Kendrick ve Vera Farmiga'nın başrollerini oynadığı film, sinemaseverler tarafından da oldukça yüksek puana layık görülmüş. Benim puanım daha düşük oldu. Filme bayılacağımı düşünerek karşısına oturdum. Zira kadro süper, konu ilgi çekici, puanı yüksek ve yorumları merak uyandırıcı. Ama ne yazıkki beklentilerimi karşılayamadı. Öncelikle filmi komik olduğunu düşünerek almayın. Komedi değil. Romantik ? En çok benim hayatım kadar romantik. Konusu güzel, işleyiş güzel.Oyuncular, hepsi harika. Ama bir şey eksik. Unutulmaz bir film olabilirmiş ama eksik kalmış. Beni dahil etmiyor hayatına,hikaye. Sadece uzaktan bakan komşu gibiyim. Biri dedikodu yapar da siz dinler gibisiniz. "ya şöyle olmuş, bak o da böyle demiş" Kulaktan dolma olunca hani sadece laftır, lakırdır ya.. İşte öyle.. İzleyin.. Kaçırmayın. Belki daha iyi anlayabilirsiniz ne demek istediğimi..

Ryan Bingham, işi sebebiyle sürekli olarak seyahet etmektedir. Yerleşik bir hayatı yok denilebilir. Seyahatleri sırasında Alex ile tanışır. Programları uydukça buluşmaya çalışırlar. Bu arada çalıştığı şirket, yöntem değişikliği yapma hazırlığındadır. Her ne kadar hoşuna gitmese de, işi öğretmesi için Ryan'ın yanına genç ve akıllı Natalie'yi verirler ve birlikte uçmaya başlarlar.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Hugh Grant ile sinemaya dönüş

Evlilik arifesinde ne kadar çok şeyden  mahrum kaldık. Ama çok eğlenceli zamanlarımız oldu. Kutlamalara, arkadaş sohbetlerine, aile geleneklerine, alkole, uykusuzluğa ve süslenmeye, dansa, şıkıdım şıkıdıma ve daha bir çok şeye doyduk. Neyse ki sonunda evlendik, balayımızı da yaptık, bolca dinlendik ve gerçek hayata geri döndük. Yoğun iş tempousunun yeniden başlamasıyla, akşamları eve dönğümüzde elbetteki yine ele kitap yada ekrana bir dvd koyma zamanları başladı. Başlangıcı Hugh Grant'ın iki filmi ile yaptık.

Hugh Grant, aksanı ve mimikleri ile en basit filmleri bile benim için izlenesi hale getirdiği için her iki filmi de çok sevdim. Her ikisinin de imdb puanları oldukça düşüktü aa siz aldırış etmeyin.


Komedi filmleri gülmek için izlenir, eleştirmek için değil diyorsanız, alın izleyin. Keyifli saatler geçirin.

28 Haziran 2010 Pazartesi

Düşünce Balonları



Bilişssel bilim alanında araştırmalar yapan Ralph, kalabalık ailesine ve mutlu aile hayatına rağmen aynı zamanda zamparadır. Helen ise eşini kaybetmiş ve ortam değişikliği yapmak için Ralph'ın da akademisyen olarak çalıştığı üniversitede ders vermeye başlamış başaraılı bir yazardır.

Ralph, insanın başka bir insanın düşüncelerini asla bilemeyeceğini, bilincin derinliğini araştırmak için kendi düşüncelerini kayıt altına almaya başlar. Helen ise roman yazmaya ara vermiş olduğundan günlük tutarak kalemini sıcak tutmaya çalışır. Görünen ve yaşananı yazar  anlatır. Geriye ise bir kadın ve bir adam vardır. Düşünce baloları ile..

Sosyal komedi diyebileceğimiz keyifli bir kitap..

24 Haziran 2010 Perşembe

kırmızı kadın

Alıp başını kaçmak ve kırmızı kadın olmak istiyordu.  Alıp başını tek başıma yollara düşmek. Arkasına  bakmadan, pişman olmadan, üzülmeden..
Ona  bakmadığı belliydi ve  çokta kolay kaçabilirdi aslında. "Kaçsam farkeder misin diye soracağım" diye geçirdi içinden. Ama çoktandır gittiğini anlamamıştı o. Yatağına uzanıp, hayal kurmaya çabaladı. Rahatlatacak bir kaç anı hatırlamaya çalıştı. Bedeni gibi zihni de hapsolmuştu. Kendisi gibi değildi, kendisi gibi hiç değildi. Kapadı gözlerini.
Kaçıp gitti.


6 Haziran 2010 Pazar

Şeker Portakalı


Küçükken çoğumuzun okuduğu ve aklımızda  "çok güzel kitaptı" diye kalan Zeze'nin hikayesini , evde okunacak başka kitap kalmadığından dün elime aldım ve bugün bitirdim. Aklımda kalandan daha da güzeldi. İyi ki de kalkıp, kitap almaya gitmeye üşenmişim.

Zeze, henüz beş yaşında, kalabalık ailesinin en yaramaz çocuğudur. Akıllı ve meraklıdır. Okumayı kendi kendine öğrenecek kadar zeki olan Zeze, evden uzaklaştırılmak amacıyla da küçük yaşına rağmen okula verilir. Bahçlerinde kendisiyle konuşan Şeker Portakalı ağacı, küçük kardeşi Luis ve sonraları çok seveceği Portekizli Portugua adında arkadaşı ile kurduğu hayatını, çoğu zaman gözlerinizi  yaşartacak şekilde anlatırken, bir yandan da sizi daima gülümsetir.

Küçükken okuduğumuzda muhtemelen bugünkü etkisini hissettirmemiştir bize. Bu yüzden tekrar okunmaya değer. Herkese sevgiyle tavsiye edilir.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Bab-ı Esrar


İlk okuduğum Beyoğlu Rapsodi'si ile şahsımca çok başarısız bulunmuş sayın yazarın 2. kitabı, 1 yıl kadar rafımda bekledikten sonra, "bu kadar da önyargılı olmamalıyım "diyerek okunmaya başlandı. 2 gün sonra, "bir an önce bitsin de, yenisine başlayayım" nidasıyla bitirildi.

Ahmet Ümit'in yakalamış olduğu popülarite BENCE hakedilmiş değildir. Ahmet Ümit'in , yazar olarak, yazan insan, kelimelerden hikaye yaratan bir insan olarak, dile vakıf olmadığını düşünüyorum. Çok mu büyük laflar ediyorum acaba? Ama ben okuyucuyum. Okuyucuyu doyurmayan bir kitabın edebi değeri bana göre yoktur. Polisiye roman tıpkı korku filmleri gibi biz Türkler'in beceremediği işlerden. Merak ettirmeyen, gizemli olmaya uğraşırken eline gözüne acemilik bulaştırmış bir serüven. Mevlana ve Şems'ten bahsedilen bölümler inandırıcı ve yeterli değil. Ucundan azıcık bahsedilmiş. Yazar 3 yıl çalışmış bu kitap üzerinde ama ne çalıştıysa bize de aktaramamış. 3 yıllık bir emek çarpmıyor göze.

Ben ki, tavsiyeler konusunda olumlu veya olumsuz fazlasıyla çekimser bir insanımdır, bahsetmiştim daha evvel . Ama kesin ve kati olarak, dizi film izler modunda kitap okuyan insanlardan değilseniz, Ahmet Ümit Kitapları, okunan 2 kitabının ardından, açık ve net bir şekilde TAVSİYE EDİLMEZ.

25 Mayıs 2010 Salı

Rabarba

Haha, bugün rabarbayı aradım nihayet. 2 aydır dinlediğim, sabahları Çiko'mu gezdirirken sürekli olarak sırıtmama vesile olan radyo programı. Ben ki, radyo dinleme alışkanlığını zar zor edinmiş, üstelik radyoyu dinlemekten ziyade reklam ve programcılardan kaçma yarışına çevirmek suretiyle  kulaklığı ile kavga halinde olan biri. Sen kalk radyo programı ara, bir de deli gibi heyecanlan, sonra kapatınca da bir mutlu ol, bir mutlu ol!

Gülmek ve eğlenmek konusunda beceriksiz olan ben, hepinize bolca gülümsemeniz için Rabarba'yı tavsiye ederim.

Ayyyy çok komiğim be! Bir de güya kendi adımı vermeyeyim diyordum, rahat rahat konuşamam diye  neredeyse sülalemi anlatacaktım yaw.

Çok mu yalnızım da, konuşmak için radyo programlarını arıyorum nedir? Gülün gülün, bana gülün, ben şimdi bunu da irdelerim.

"Emek" için durdurma kararı

"Basın Açıklaması
Yargı Emek Sinemasının yıkımını öngören projeye dur dedi.

Emek Sinemasının yıkımını öngören projeyi onaylayan kurul kararına açmış olduğumuz davada İstanbul 9. İdare Mahkemesi 12.05.2010 tarihinde yürütmeyi durdurma kararı verdi.
Sinema kenti Beyoğlu’nda bir bir yok edilen sinemalar arasına katılmak istenen Emek Sineması Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Yenileme Alanları Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Yenileme Kurulu’nun 17.09.2009 gün ve 954 sayılı ve 09.10.2009 gün ve 973 sayılı kararı ve eki avan projelerin iptali ve öncelikle yürütmenin durdurulası istemli açtığımız davada T.C. İstanbul 9. İdare Mahkemesi, 2010/448 ESAS no.lu kararında “ Dava konusu işlem, uygulanması halinde telafisi güç veya imkansız zararlar doğurabileceğinden, mahallinde keşif ve bilirkişi incelemesi yaptırıldıktan sonra bu konuda yeniden bir karar verilinceye kadar 2577 Sayılı Yasanın 27.maddesi uyarınca teminat alınmaksızın yürütmenin durdurulmasına, 12/05/2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.” demektedir.
Kamuoyuna duyurulur.
Saygılarımızla,
Mimarlar Odası
İstanbul Büyükkent Şubesi"

Mimarlar Odası  ve Emek Sinemasının yıkılmasına karşı çıkan binlerce insan, İdare Mahkemesi'nin kararına elbetteki çok sevindi. Ben de sevindim. Ama sevinme nedenim doğru olan durdurma kararını verdiğine değil, yanlış olan yürütmeyi durdurma talebinin reddine karar verecek olmasından duyduğum korkunun gerçekleşmemiş olması. İdare Mahkemesi'nin yürütmeyi durdurma kararı vermesi zaten zorunluydu. Zira aksi halde davaya devam etmesine de luzum kalmayacaktı. Ama her gün onlarca yanlış kararlar alınan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne en çok başvuranlar arasında 2. sırada yer alan ülkemiz coğrafyasında, yıkımı gerçekleştirip, ardından da, "yıkılmama" kararı alınması da mümkündü. İnsanları asıp, sonra da "talihsiz olay" olarak adlandırılan bir ülkede, iki taş binanın lafı mı olur?

21 Mayıs 2010 Cuma

trajikomik

Bu yaza yeminim  var, çok eğleneceğim. Tabi böyle yazınca hemen içim ürperdi, Ben kaybetme, özellikle de sevdiklerini kaybetme ve ölüm korkusunu yoğunlukla yaşayan bir insan olarak, böyle bi şeylere heves etmekten bile korkuyorum. Evet biraz hastalıklı olabilirim. Ama ne demiş Nazım; "Ne ölümden korkmak ayıp, ne de düşünmek ölümü" Bence her insan biraz düşünmeli, çantasının bir cebinde taşımalı bu korkuyu. Korkan insan özen gösteren insan değil midir, korktuğu başına gelmesin diye?

Nereden girdim ama hangi yola saptım. Bu değildi ki bahsedeceğim. Ama şimdi eğlenme hevesim heyecanını kaybetti, çok şükür durumu ayaklandı içimde. Haha!Komik miyim ben? Trajikomik !

işte budur


http://www.fundatoprak.com/#

12 Mayıs 2010 Çarşamba

muzip

"Bugün beni seviyor musun" dedi kadın adama
Adam cevap vermedi
"Beni seviyor musun" dedi kadın yine.
Adam güldü.
"Bugün" dedi kadın
"Bugün ben seni sevmiyorum"
"Neden" dedi adam
Kadın cevap vermedi
"Neden" dedi adam yeniden
Kadın güldü.
"Bugün seni daha çok seviyorum" dedi adam.

30 Nisan 2010 Cuma

Masumiyet Müzesi


İçinde aşk var.
İstanbul var.
Tutku var.
Uzun uzun cümleler var.
Anlaşılması zor bir bağımlılık var.
Bir erkeğin bir kadına olağanüstü sevgisi var.
Saplantı var.
Okumaya düşkün insanların hevesle okuyacağı, ama bazılarının sabırsızlıkla okuyacağı bir hikaye var.
Bazen "yok artık" dedirtecek durumlar,
Bazen de gıpta edilecek haller var.
Orhan Pamuk var. Orhan Pamuk'ta aşkı ancak böyle anlatırdı durumu var.

23 Nisan 2010 Cuma

Küçük Arı



"Barış, insanların birbirlerine gerçek adlarını söyleyebildikleri bir zamandır."

İngiliz Sarah ile Nijeryalı Küçük Arı, birinin tatilde, diğerinin hayatın en acı sahnesinin yaşanacağı bir sahilde karşılaşır. Sarah , Küçük Arı için ödünler vermeye hazırdır. Ama ne kadarı yeterlidir ve ne kadarına razı gelebilir? İyilik yaparken niyet, başkasına iyilik etmek midir gerçekten?

jjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjjj

Kitap kapağında "Bir sonraki Uçurtma Avcısı" diyor. Uçurtma Avcısı'na asla yaklaşamamış, ya yazarın kendi kaleminden yada çevirmenin yetersizliğinden, bilemiyorum ama acıklı hikayesine karşı kitapta duygu eksikliği var. Hikayesine rağmen hüzünle değil, acaba ne olacak duygusuyla okunuyor kitap. Khaled Hosseini'nin kalemi ile kıyaslanamaz. Sürükleyici, hızlı ilerleyen ama etkilemeyen bir kitap.. Okunabilir ama tavsiyeye açık değil.

Not: Khaled Hosseini'nin "Bin Muhteşem Güneş"ini okumadıysanız, mutlaka okuyun!

cumartesi


kafamda biriktirdiğim o kadar çok şey var ki..etrafımdaki insanlar görseler raflara dizilen ve sırasını bekleyecek olan yargılarımı..korkarlardı. valla ne yalan söyleyeyim ben bile korkuyorum. dağılsınlar istyorum ama dağılmazlar, onlar sırasını beklerler, kafamdan bir çatlak bulup dışa kusacakları günü kollarlar. bu işler böyle bende. bu yüzden bıraktım peşini bugünün, alınan varılan kararların, tepkilerin ve sairelerin ..

cumartesi günü tüm güzelliği ile başladı. gelin cumartesi güzeli olalım yine!
köpeğimizle yürümeyelim coşalım, top peşinde koşturalım!
müziğin sesi açılsın, kahvaltı sofrası donansın!
mutsuzluk namına ne varsa hayatımızda, bakmayalım o yöne, o kimselere!
kendimize dönelim, bizi hiç bırakmayan gözlerimize.
hadi kendimizi sevelim, şımartalım!
hadi bugün başrolde biz olalım,
kahraman kostümlerimizi giyelim!

20 Nisan 2010 Salı

uçurtma

yürüdüm yürüdüm varamadım
sonuna karanın
aradım aradım bulamadım
kapısını beyazın
ağladım ağladım
yakamadım ucunu kırmızının
öldüm öldüm
bıraktım yakasını uçartmanın..

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails